19 Şubat 2015 Perşembe

İsim

Oysa kurbanı gibi güzel bir ismi vardı onun da. Kimbilir ne hayallerle koymuştu ailesi ismini. Dedesinin ismi miydi acaba?Ya da talihi aydınlık olsun diye mi seçilmişti. Olur ya, Ahmet Kaya'nın şarkısında duymuşlardı belki de Yusuf Hayaloğlu'nun dizelerini. "Bir acayip adam..." Suphi. 

Suphi... Suç ortağı babası değilmiş gibi öfkeli kalabalığın "orospu çocuğu" diye küfrettiği katil. Babasının aslan oğlu muydu Suphi, yıktığı her şey mübah mıydı, erkek çocuk yapar mıydı? Çocukken hayvanlara işkence eder miydi, kızları rahatsız eder miydi, ortaokulda ülkü ocağına kaydolup reislik mi oynamıştı, maçlara gider miydi, mahallede kavga çıkarır mıydı? Kuyumcu babası iflas edince hınçlanmış mıydı hayata, minibüsçülüğü mü yediremiyordu kendine... Nasıl evlenmişti, karısına nasıl davranıyordu, çocuğunu dövüyor muydu? Annesine el kaldırmış mıydı...? Kadını hedef gösteren küfürdeki anneyi merak ediyordum ben işte. 

Korkusundan konuşmaz diyordum ama çıktı konuştu o anne. "Ben onu öyle büyütmedim" dedi. Canı ciğeri* için "koruyamadım" dedi. Ve açıkladı kocasından şiddet gördüğünü, kemerle kesici aletle dövüldüğünü söyledi. Eşi de konuştu Suphi'nin. Lanet etti evlendiği güne. "Boşanma davası açtım. Beni ve oğlumu ölümle tehdit ettiği için davayı geri çektim" dedi. Babasının oğluydu Suphi, o da şiddet uygulamıştı eşine. Üstelik babasını da bıçaklamıştı Suphi, annesini dövmüştü. Üç davadan hala yargılanıyor ama onlar da kaçak akaryakıt ticaretinden... 

Kurbanlar kadar katillerin de ismi silinir vicdanlardan. Şiddetin dozu belirler silinme süresini. Bir Münevver ile Cem kaldı hafızalarda, altı yıl önceydi. Bir tanıdığım söylemişti o zaman, kızı olursa anneannesinin ismini koymaktan vazgeçmişti. Münevver'di o isim. Bir kadından esas bu yüzden Münevver demesini yavrusuna nasıl istersin ki? 

Türkiye'de kaç Suphi vardır acaba? Ve rahatsız oluyorlar mıdır Özgecan'ı tekmeleyen, bıçaklayan, bileklerini kesen, yakan yaratıkla aynı ismi paylaşıyor olmaktan? 

*Suphi bir acayip adam 
  Suphi benim canım ciğerim - Yusuf Hayaloğlu 



19.02.2015 Edit: 

Özgecan'ın babası acısına rağmen barış çağrısı yapmıştı ya! Hani "Anadolu Nuh'un gemisi gibidir. Gemiye sevgi, hoşgörü taşıyan herkes alınacak" demişti, tam buna inanmaya çalışırken bir başka cani, Nuh Köklü'yü kopardı bizden. Üstelik haberlere göre o cani, deli raporu olduğunu serbest kalacağını da söylemiş Köklü'yü kalbinden bıçakladıktan sonra.

Umutlarımıza saplanan bıçaklar bile utanıyordur bu kadarından...

17.02.2015

18 Şubat 2015 Çarşamba

Lanetli Ekmek

"1951'in 15 Ağustos'u, Pont-Saint-Esprit kasabası sakinleri için sıradan başlamıştı. Çarşamba sabahı insanlar işe gitmek için evlerinden çıkmış, yaz tatilinin tadını çıkaran çocuklar Rhone nehrinde oyuna dalma acelesiyle kahvaltılarını ediyorlardı. Postacı Leon Armunier de, mektupları öğlene kadar dağıtmanın peşindeydi. Böylelikle işten bir iki saat kaçamak yapabilirdi. Hatta belki hasta numarası yapardı da bu bunaltıcı Ağustos gününü çalışarak geçirmek zorunda kalmazdı. Aniden midesine bir kramp girdi. Bisikletteydi, daha sonra o anı "sanki yılanlar iç organlarımı sıkıyor gibiydi" diye anlatacaktı. Yılan fikrini kafasından atamıyordu. Bisikletten düştüğünde yılanların kollarını sardığına ve alevler içinde olduğuna emindi. Kıvranarak çığlık atıyordu. Deli gömleği giydirildiğinde, hastane odasında üç kişi daha vardı. Çığlıklar atıyorlar, pencereden atlamaya çalışıyorlardı.

İzleyen 12 günde kasabada yaşananlar gerilim filmlerini aratmadı. Yılanların iç organlarını ve belinden aşağısını yavaş yavaş yediğine inanan, uçak olduğunu iddia edip uçmaya kalkan, 'kalbim kaçıyor, ne olur yerine takın' diye doktora koşan, ejderha gören, babaanesini bıçaklamaya kalkan çocuk-büyük onlarca kişi, sanki toplu bir histeriye kapılmıştı.

Bu öyküye kısa bir ara...

"2015'in 7 Ocak'ı Parizyenler için sıradan başlamıştı. Çarşamba sabahı insanlar Paris trafiğinde işlerine gitmeye çalışıyor, çocuklar kar yağmadığı için Türkiye'deki yaşıtları gibi tatil yapamıyordu. Ülkenin belki de dünyanın en ünlü karikatür dergisinde haftalık editoryal toplantı başlamıştı. Saat 11.30'da Nicolas-Appert sokağında maskeli iki saldırgan, ofisin bulunduğu binaya girdi. Önce, bina görevlisini öldürdüler, sonra kata çıkıp10 kişiyi daha. Ve kaçarken de bir polisi. 8 Ocak'ta Paris'in bir başka noktasında bir polis daha öldürüldü, 9 Ocak'ta bir Yahudi süpermarketinde 19 kişi rehin alındı, operasyon düzenlendi, rehinelerden dördü hayatını kaybetti. Saldırılar birbiriyle bağlantılıydı ve saldırganlar İslam adına hareket ettiklerini savunuyordu. Öyle ya Charlie Hebdo İslam'a hakaret eden karikatürler yayınlıyordu.

İzleyen günlerde (bu yazı yayınladığında üç haftayı geçecek) öfke Avrupa'da dalga dalga yayıldı. Saldırıdan sonra bir hafta içinde sadece Fransa'da İslam karşıtı en az 50 olay kayda geçti. Camilere saldırı, binaların ateşe verilmesi, Müslümanlara hakaret, duvar yazıları... Ülke genelinde üç milyona yakın kişi kurbanları anmak ve ifade özgürlüğü için meydanlara çıktı. Ama diğer yanda mesela Almanya'da İslam karşıtı 25 bin kişi yürüdü."

Şimdi başa dönelim. Kısa öykü yazıyor olsaydım, “gerçek olaylardan esinlenmiştir” demem gerekirdi. Gerçekten de 15 Ağustos 1951'de yüzlerce kişi halüsinasyon görmeye başladı. 4500 nüfuslu kasabada, gerçeklikten kopan beş kişi öldü, onlarcası yaralandı, onlarcası da akıl hastanesine kapatıldı.Uzmanlar, Lanetli Ekmek olarak adlandırılan olayı, kasabanın fırınına bağladı. Bu açıklamaya göre ekmeklerde çavdar mahmuzu yani halüsinojen bir mantar çeşidi vardı. Bu mantar insanları deliliğin sınırlarında dolaştırmıştı.

Yakın zamanda ortaya atılan iddia ise bu öyküyü polisiye bir roman haline getirebilecek cinsten. Zira Amerikalı bir gazeteci, bu gizemli olayda CIA'in parmağı olduğuna işaret eden kanıtlara ulaştı. Gazeteci Hank Albarelli'ye göre Soğuk Savaş döneminde zihin kontrol deneyleri yapan Amerikan hükümeti, bu ufak Fransız kasabasını bir nevi zehirlemişti. Gıdalarına LSD denen (yine çavdar küfünden üretilen) bir madde karıştırdı. LSD'yi o yıllarda tek bir şirket üretiyordu ve İsviçre'deki Sandoz fabrikası, kasabaya uzak sayılmazdı.

Bu kanıtlar hala soruşturulmuş değil. Aradan geçen zaman 64 yıl. Dünya üzerinde deliliğin eşiğine gelmemiş bir kıta kalmadı. Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun delirttiği yetmiyormuş gibi Avrupa da katıldı 'kafa'mızla oynamaya. Okuduğum Türk ve yabancı köşe yazarları “bu daha başlangıç” diyor.
Gözlerimi kapıyorum. Tüm bu olan bitenin halüsinasyon olmasını diliyorum. Birileri ekmeğimizi, suyumuzu lanetlemiş olsun. Ya da havaya karışan bir koku*nun tesiri altında olalım, o kokuyu yok etmeyi başaralım.

Charlie Hebdo saldırısının haftasında amcamı yitirdim. Vefat mevlidi okundu. Okuyan hoca sonrasında Türkçe meal verdi. “Burası yalan dünya” dedi, “Uykudayız bu dünyada. Ölünce uyanacağız. O yüzden bu dünya geçici.”

Uyanalım o zaman . Uyanalım ki geçsin her şey. Geçsin.

* 1985'te Alman yazar Patrick Süskind'inromanı "Das Parfum" raflarda yerini alır. 1987'de Türkçe'ye “Koku” adıyla çevrilen roman, 18. yüzyıl Paris'inde koku duyusu çok gelişmiş ama kendi kokusu olmayan Jean-Baptiste Grenouille'in işlediği cinayetleri anlatır. Amacı ten kokularını birleştirerek nihai kokuya ulaşmaktır ama ulaştığı şey toplu bir histeri krizidir. (Bu krizin ayrıntılarını yazmak, kitabı okumayanlara haksızlık olur elbette.)


Almanya ne kadar birleşti?

Berlin Duvarı yıkıldıktan 25 yıl sonra, Doğu Alman nüfusu yaşam memnuniyetinde Batı Alman nüfusunu yakaladı. En azından Washington merkezli araştırma kuruluşu Pew'un son anketine göre böyle.

1991'de yani Doğu Bloku dağıldığında bir yaşam memnuniyeti anketi yapılmıştı.  1991'de Batı Almanya'da hayatından memnun olanların oranı yüzde 52'iydi. Doğu Alman nüfus ise ülkenin birleşmesiyle hemen refaha kavuşmamış, bu oran yüzde 15'te kalmıştı. Bugün Batı-Doğu oranı yüzde 61'e yüzde 59. Yani aradakı uçurum artık yok denecek kadar az. Genel anlamda memnuniyet oranları yakın olsa da enflasyon ve işsizlik gibi belirli konularda Doğu Alman nüfusun kaygısı epey yüksek.

Tarihi balonlarla aydınlatmak
Bugün yani 9 Kasım, Berlin Duvarı'nın yıkılışının 25. yıl dönümünde başkent sokakları hareketli. 7 Kasım'da kutlamalar başladı. Duvarın geçtiği 15 kilometrelik hata yerleştirilen ışıklı balonlar da, başkentin çehresini tamamen değiştirdi.
Turistler, gençler, o döneme tanık eden aileler bu hat boyunca yürüyüş yapıyor, fotoğraf çekiyor. Balonların amacı tarihi unutturmamak çünkü istatistiklere göre Berlinlilerin sadece yarısı, kendi kişisel deneyimlerinden Berlin Duvarı'nı hatırlıyor. Diğer yarısı ise ya 25 yaşından genç  ya da şehre sonradan taşınmış.

Kafalardaki duvar
Veriler bu şekilde olunca, konuştuğumuz Alman gençleri arasında o döneme ait anıları olan yok. Haliyle kafalarında Doğu-Batı ayrımı da yok. Ancak yaş yükseldikçe memnuniyetsizlikler çıkıyor ortaya. Küçük bir oran da olsa bu birleşmeden memnun olmayan bir yüzde 10'luk kesim mevcut.
Kafalarındaki duvarı yıkamayan Ossis (Doğulular) ve Wessis (Batılılar) arasında mesafe korunmuş. Doğulu Almanlar kültürel anlamda ele geçirilmiş hissederken, Batılı Almanlar ekonomik olarak aynı hissi yaşamış. Birleşmenin maliyeti ve işlerinin ellerinden alınacağı fikrine saplanmışlar.

Doğu Nostaljisi ('Ost'algia)
Duvarın özlemini çeken 'ost'aljiklerin de kendilerine göre nedenleri var. Doğu Almanya'da devlet kontrolündeki fabrikalarda çalışanlar, birleşmeyle işsiz kalmış. Ve elbette devlet görevlileri. Konuştuğum üniversite öğrencisi S., Doğu Alman gizli servisi Stasi'de görevli babası nedeniyle, çocukluğunu yoksulluk içinde hatırlıyor.  Zira babası, birleşmeden sonra işlere girse de, geçmişi nedeniyle hep nefret edilen ve kovulan biri olmuş. Şimdi kendi işini yapıyor.

S. babasının ismini ve mesleğini paylaşmaktan kaçınıyor. Konuyu değiştiriyor, Almanya'da üniversite harcı olmamasıyla ilgili sohbet ediyoruz bir süre. Arkadaşlarıyla, duvar hattındaki balonların uçurulmasını seyredeceğini söyledi. Balonların gökyüzüne bırakılması, duvarın yeniden yıkılışını simgeliyor. "Baban da seyredecek mi?"diye sordum. "Temsilen de olsa bunu yeniden hatırlamak isteyeceğini sanmıyorum" dedi.

Bu yazı Kasım 2014'te Posta'da yayımlanmıştır.

O anın hikayesi



Berlin Duvarı 25 yıl önce yıkıldığında, tüm dünya o anlara fotoğraflarla tanıklık etti ve o karelerden biri, yıkılışın sembollerinden biri oldu. Pulitzer ödüllü fotomuhabiri Anthony Suau o kareyi çeken isimdi. Suau o günü ve yakaladığı anı anlattı.

Sayın Suau, bize duvarın yıkılşının simgesi haline gelen fotoğrafın hikayesini anlatır mısınız, böyle büyük bir etki yaratacğını bekliyor muydunuz?
Sınırın açılmasınan bir gün sonraydı. Çok çok erken bir saatti. Aslında bir önceki akşam da oradaydım, bir grup insan duvarı delmeye çalışıyordu. Bu, duvarı ilk kırma girişimiydi, duvarı parçalamak istiyorlardı. Brandenburg kapısına daha yakın olan grup, duvarın içinden geçmeye karar verdi, bu konuda çok ciddilerdi ama duvar kalın olduğu için bunu yapmak saatler alacaktı. Otele dönüp uyumaya karar verdim. Brandenburg’a yürüyerek 5 dakika mesafedeydi otelim. Gün doğmak üzereyken döndüm, hala duvarı oluşturan beton plakalardan birini yıkmaya çalışıyorlardı.

Fotoğraf çekmeye başladım. Başarmak üzereydiler. Duvarın diğer tarafında Doğu Alman polisi, bu gruba duvarın parçalanan yerlerinden tazyikli su püskürtmeye başladı. Tamamen saçma bir hareketti çünkü bu insanları durdurmaya imkan yoktu. Sonra Doğu polisi, duvarın üstüne çıktı ve Batılıları itmeye başladı.


Ben de o sırada duvarın tepesindeydim. O noktada duvarın iki tarafında da olan biteni görebiliyordum. Her şey çok dramatikti. Siyah ceketli adam duvarı parça pinçik etmek konusunda çok kararlıydı. Grup sırayla çalşıyordu, çekiçlerle o beton plakasını indirmekti niyetleri. Bir ara plakanın tepesine bir kablu uzatmaya karar verdiler.. Beton demirleri yere tutunuyordu, bu yüzden tepeden çekip indirdiler. Ve duvar açıldı. Doğu Alman polisi barikat kurmak için insan zinciri oluşturdu. Batı ile Doğu yüz yüze geldi ve tam o sırada Batı Alman polisi geldi.


Doğu Alman polisi duvarın üstünde hortumla su sıkıyordu. Ben de sırılsıklam oldum ama fotoğraf çekmemi engelleyemezlerdi. Her şey çözülmeye başlamıştı ve iki tarafın polisi de ne yapacaklarını bilmiyordu. Kafaları karışmış bir şekilde olayları bastırmaya çalışıyorlardı. Tarihi açıdan o anlar, görsel olarak da duygusal anlamda da olağanüstüydü.


Fotoğraftaki siyah ceketli adamın kim olduğunu öğrenebildiniz mi?

Kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemedim. Bu 25 yılın sonunda bilmek isterdim çünkü bu fotoğraf tüm dünyada geniş çapta tanındı. O zamanlar Kreuzberg’de gizli bir çeşit anarşist hareket vardı. Berlin Duvarı karşıtı çokça gösteri yapıyorlardı. Seslerini yükseltiyorlardı. O gün oradaki insanların bazıları, belki de siyah ceketli adam da o hareketin bir parçasıydı. Tabi emin değilim, benimki sadece bir tahmin.

O fotoğrafları çekerken ne hissediyordunuz, kafanızdan atamadığınız bir an var mı?
Benim için etkileyici olan şuydu. Aslında basit anlamda köprülerde yürüyen insanların ya da barikat geçenlerin fotoğrafını çekiyordum. Olan bitenin yarattığı hareket çok da olağandışı değildi. İnsanlar bir noktadan diğerine yürüyordu.

Ama bunu yarattığı duygu, yaptıkları şeyin altında yatan fikir, öncesindeki tarih inanılmaz güçlüydü. İşimi yapmakta zorlandığım anlar oldu çünkü ağlıyordum. Gözyaşlarım objektifimi netlemeye engel oluyordu. Bir gazeteci de değil herhangi biri olarak yaşadığım duygu çok güçlüydüğü çünkü tarihin değiştiğine tanıklık ediyordum.

Sadece 10 yıl sonra, aynı noktada görülecek bir duvarın kalmayacağını, yerini çok lüks mağazaların ve restoranların alacağını tahmin edemezdi. Geriye kalan tek şey, duvarın nereden geçtiğini gösteren bir sıra tuğla. Ki onu da arayıp bulmak gerekiyor..

Bu röportaj Kasım 2014'te Posta'da yayımlanmıştır.

Almanya'dan gönderildi Türkiye'de serbest


Almanya 17 Ekim’de bir Türk gencini sınırdışı etti. Alman basınında sıkça, Türk basınında ise iki satır haber olan 22 yaşındaki gencin ismi Erhan A. olarak geçiyordu. Sınırdışının gerekçesi ise IŞİD örgütüne destek vermek olarak açıklandı.

Erhan A. Türkiye’ye yollandı. Ankara Esenboğa Havaalanı’nda yetkililere teslim edildi. Ve Alman basınından öğrendiğimiz kadarıyla yetkililer tarafından da hemen oracıkta ailesine…

Erhan A. olayı,  tam da Türkiye’nin Danimarka ile arasındaki IŞİD krizi sürecinde yaşandı. Zira Türkiye, IŞİD üyesi olduğu belirtilen, suikast zanlısı Danimarka vatandaşı Basil Hassan’ı da serbest bırakmıştı.

Artık özgür bir adam

Almanya’nın ‘çok tehlikeli’ kategorisine soktuğu Türk genci, Türkiye’de artık özgür bir adam. Selefi ve IŞİD sempatizanı olduğu iddia edilen Erhan A., sosyal medyada paylaştığı bir cümleyle özgür olduğunu duyurdu.

Peki Almanya, IŞİD’le direkt teması olmayan Erhan A.’yı nasıl sınırdışı etti? Süddeutsche Zeitung’un (SZ) Almanya’da İslamcılığın yükselişini anlatan bir bir haberi nedeniyle.
Polis sarınca Hatay’dan geri dönmüştü

SZ’ye konuşmayı kabul ettiği sırada Erhan A.. Türkiye’deydi.  IŞİD’e  katılmak için Hatay’a gitmeye hazırlanıyordu. Ama söyleşi Almanya’da yaşadığı Kempten’de yapıldı. Zira Erhan A., Hatay’a kadar gittiğini, ancak Suriye’ye geçeceği otobüsü beklerken etrafı polis sarınca vazgeçerek geri döndüğünü söylüyordu.

Söyleşide, Batılı gazetecileri düşman, ajan olarak görüyor ve savaş esirleri gibi kafalarının kesilmesini normal karşılıyordu Erhan A. Dikkat çekici bir cümlesi de IŞİD’in Irak ve Suriye’den sonra hedefinin Türkiye olacağına inanmasıydı.

Bu söyleşinin ardından Erhan A. gözaltına alındı. Zaten polis yaklaşık bir buçuk yıldır takip ediyordu. Almanya’da 15 gün tutuklu kaldıktan sonra, 17 Ekim’de Münih’ten Ankara’ya gönderildi.
Bavyera İçişleri Bakanı Joachim Herrmann, “IŞİD mezalimini öven, gazetecilerin kellelerinin uçurulmasını haklı bulan, şeriata aykırı davranmaları halinde kendi ailesini de öldüreceğini açıklayan bir kişinin Almanya’da yeri yok”diyecekti.

Türk basını değil, Alman basını takipte

Bu noktadan sonra Erhan A.’yı Türk basınından takip edeceğimizi sanırken, derin bir sessizlik oldu. Türk gencinin Türkiye’deki adımlarını yine Alman basını takip etti.

Önce Ankara’da sorgulandıktan kısa süre sonra serbest bırakıldığı ve gözetim altında olmadığı ortaya çıktı. Avukatı Murat Sertsöz, Alman Focus dergisine, Esenboğa Havaalanı’ndaki kısa polis sorgusundan Erhan A.’nın ailesine teslim edildiğini söyledi.

Süddeutsche Zeitung’un haberine göre de Erhan, Facebook mesajlarında Alman makamlarından da şikayetçi oldu. Habere göre Erhan, “Sınırdışı edilmem yasal değildi. Sınırdığı değil kaçırılma gibiydi. Ben ya da ailem öncesinde bilgilendirilmedik. Ben suçlu değilim, Alman yasalarını çiğnemedim” diye yazdı.

O artık köyünde ve ‘İyi bir çocuk’

Erhan A. son olarak Bild gazetesinde 27 Ekim Pazartesi günü yayınlanan bir haberle Türkiye’nin olmasa da Almanya’nın gündeminde. Habere göre amcası İdris K., yeğenini havaalanındaki üç saatlik sorgundan sonra Kayseri’deki köylerine götürdü. 500 nüfuslu köy, Kayseri’den 40 kilometre uzaklıkta.

22 yaşındaki genç, köyün camisinin önünde görüntülenmiş. Ailesi, oğullarını kontrol altından tutabileceklerinden emin. Annesinin Bild’e söylediği şu: “Erhan iyi, beraber yaşadığı kuzenlerini seviyor. Bizi asla üzmez. Yanlış bir şey yapmadı. O iyi bir çocuk.”

Oğluyla her gün mesajlaştığını da söylüyor annesi. Ancak oğlu da IŞİD’lilerle mesajlaşıyor bir yandan.

Erhan A., sınırdışı edilmesine neden olan söyleşide Suriye ve Almanya’dan 50 kişinin dahil olduğu bir mesaj grubundan bahsetmişti. Bir cümlesi daha vardı: “IŞİD’e karşı çıkarlarsa ailemi de öldürürüm.”

Ne yapacağı belli değil

Avukat Murat Sertsöz, müvekkilinin sınıdışı kararına yurtdışından da itiraz edeceğini ve Augsburg İdare Mahkemesi’nde dava açacaklarını açıklamıştı. Eğer itiraz kabul edilmezse, Erhan A. yedi yıl Almanya’ya giremeyecek. Türkiye’de ne yapacağı ise meçhul.


Bu haber Ekim 2014'te Diken'de yayımlanmıştır.

Ani cihat sendromu

Kanada'da Michael Zehaf-Bibeau'nun bir askeri öldürüp, parlamento binası koridorlarında ateş açmasıyla, Batı medyasındaki İslamcı terör haberlerine bir yenisi daha eklendi. Zira haberlere göre, saldırgan din değiştirerek Müslüman olmuştu ve cihatçılara sempati duyuyordu. Hatta yüksek riskli yolcu olduğu için pasaportu elinden alınmıştı.

Başkent Ottowa’daki gelişmeleri bildiren muhabirlerden biri, “Yetkililer saldırganın kimlerle temasta olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Internet üzerinden mi radikalleşti yoksa 'ani cihat sendromu'yla bir anda bir şey mi yapmaya karar verdi?“ diyerek, "ani cihat sendromu" ifadesini yeniden gündeme getirdi.

Aslında bu yeni ortaya atılmış bir ifade değil. Mucidi Ortadoğu Forumu adlı düşünce kuruluşunun direktörü Daniel Pipes. Forumun amacı internet sitesindeki açıklamasına göre, Ortadoğu’da radikal İslamcılık ile mücadele etmek, İsrail’in Filistinlilerce kabulünü sağlamak, Irak ve İran’a karşı strateji geliştirmek ve Türkiye’de İslamcılığın yükselişini gözlemlemek. Daniel Pipes, Ortadoğu ve İslamiyet üzerine çalışmaları ve keskin çıkışları ile tanınan tartışmalı bir isim.

Pipes bu sendromun tanımlamasını 2006’da İran asıllı bir Amerikalı’nın Kuzey Carolina Üniversitesi’ne ciple dalarak, öğrencileri öldürme girişimi sonrası yapmıştı. Pipes ”Normal görünen Müslümanların aniden şiddete başvurması, bir sürü örnek vatandaşın gizlice radikal İslamcılığı benimseyip, terör amaçlı saldırı düzenlemeleri“ derken 11 Eylül ve Londra metrosu saldırganlarını örnek veriyordu.

Ona göre El Kaide gibi uluslararası terörist bir gruba bağlı olmayan bir saldırı, bunun terör saldırısı olmadığı anlamına gelmiyor. Deutsche Welle'ye konuşan Pipes sendromun ”ani“liğiyle ise aslında kurbanların, devletin ve kamunun bir saldırıyı beklenmedik, ani bir sürpriz olarak görmelerini kastediyordu.

Yani saldırı, karşı taraf üzerinde bir sendrom yaratıyor. Ancak zamanla bu tanım saldırganlara evrilmiş. Pipes, “Yanlış anlaşılacağını düşünmemiştim ama geçmişe dönüp baktığımda ani yerine sürpriz demeyi tercih ederdim. Şimdiki anlamından rahatsız değilim ama bu yaklaşım, terimleri olması gerekenden daha az yararlı hale getiriyor“ diyor.

Daniel Pipes'a göre, 2013 yılındaki Boston Maratonu saldırıları da buna bir örnek. Bunun sürpriz olmasını ise güvenlik güçlerinin, olay öncesindeki üçlü cinayetin radikal İslamcı motifinin farkına varamamış olmalarına bağlıyor. Massachusetts eyaletinde eylül 2011’de üç kişi öldürülmüştü. Boston Maratonu zanlılarından Tamerlan Çarnayev ölenlerden birinin yakın arkadaşıydı. Aynı yıl FBI tarafından radikal gruplarla bağlantısı olabileceği düşüncesiyle soruşturulmuş ve tehdit oluşturmadığı sonucuna varılmıştı. Pipes, 2011 yılındaki bu cinayetlerin de "esas sürpriz" olduğu kanısında.
Deutsche Welle’ye Ottowa saldırılarını da yorumlayan Daniel Pipes, olayın ani cihat sendromuna uyduğunu söylüyor ve ekliyor: “IŞİD yüzünden bu sendrom artıyor. Ani cihat sendromu artık her yerde.“

Bu yazı Kasım 2014'te Deutsche Welle'de yayımlanmıştır.

Berlin Duvarı şarkıları

9 Kasım, Berlin Duvarı'nın yıkılışının 25. yıldönümü. Ya şehrin kendisinden ya duvarından kaynaklı, Berlin çok şarkıya, klibe konu ya da mekan oldu. İşte 9 Kasım anısına mp3 çalarınızda peşpeşe dinlenilesi 9 şarkı.

1) Where are we Now?
Efsane David Bowie, 10 yıl boyunca piyasaya yeni bir şey sürmemişken 8 Ocak 2013'te yani doğumgününde bu single'ı iTunes'un orta yerine bıraktı. Şarkı tamamen sürprizdi ve hayranlarını dümdüz etti. Bowie şarkısında sadece kendi geçmişiyle bugünü değil duvarın yıkıldığı zaman ile Berlin'i karşılaştırır. Şarkı Potsdamer Platz'da başlar, burası Bowie'nin 1976 yılı itibariyle yaşadığı ve bir çok şarkısını kaydettiği Hansa stüdyolarının olduğu bölge. Sonra Nürnberger Straße'de bir gece kulübüne götürür Bowie bizi. 1970lerde Iggy Pop, Nick Cave, Carlos Santana ve Frank Zappa ile takıldığı bu mekan da girer şarkıya. Sonunda geçmişe Boesebruecke'ye döner. Boesebruecke, Doğu ve batı Berlin arasında geçişi sağlayan köprüydü ve duvarın yıkıldığı gün 20 bin kişi buradan özgürlüğe yürümüştü.

2) Stay (Faraway, So Close!)
U2'nun gelmiş geçmiş en iyi şarkılarından biri. Şarkının temelleri 1991'de U2 Berlin Hansa stüdyolarında (yine çıktı karşımıza Hansa) Achtung Baby albümünü kaydederken atıldı. Bu sırada Alman yönetmen Wim Wenders da “Faraway so close” adlı yeni filmi için şarkı arayışındaydı. Taraflar bir araya geldi ve “Viola!” şarkı soundtrack'e girmekle kalmadı, Wim Wenders şarkıya Berlin'de klip çekti. Klibin bazı bölümlerini Wenders doğrudan filminden aldı ve ortaya Berlin'le bezeli bu muazzam klip çıktı. (Şarkının sözlerinde Berlin tek kelime olarak geçer. Ve dinlerken İstanbul diye anladığınız bir bölüm var ya, yanlış anlıyorsunuz)

3) The Passenger
Kimin aklına gelir Iggy Pop'un en çok cover'lanan klasiğinin Berlin'le bir bağı olsun. Ama var arkadaşlar. Bakın nasıl: Iggy Pop, bu şarkıyı Berlin'de yapar. Hatta bir iddiaya göre S Bahn'da (Berlin'in hızlı tramvay sistemi diyelim) bir tramvayda yazar sözlerini. Dışlanmış punk'çıların gezgin ruhunu anlatır. Sene 1977'dir. Ve bilin bakalım o sırada Berlin'de kim yaşamaktadır. David Bowie. Şarkının nakaratındaki geri vokalin kime ait olduğunu anladınız değil mi? La la la la lalala laaaa!

4) Holidays In The Sun
Punk demişken Sex Pistols'sız olmaz ve elbette onların da Berlin'e bir güzellemesi var. 1977'de yayınlanan (yıla şaşırmıyoruz değil mi) Şarkı, sözlerinden anlaşılacağı üzere deniz tatili yapmak istemeyen gençlerimizin kültür turu kapsamında Berlin Duvarı'nı görmek istemelerini anlatır. Üstelik bunu da yapmışlardır, duvarın diğer tarafından komünizm çağrısı beklemişlerdir ve kliplerinde Berlin'deki siyah-beyaz görünütülerini de bizlerle paylaşmışlardır. Solist John Lydon Berlin gezilerini sonradan şöyle anlatacaktır: “Londra'da esir kampında gibiydik. Yapabileceğimiz en iyi şey kampımızı başka bir şehre taşımaktı. Berlin iyi bir fikir gibi göründü.” Gerçekten de iyi bir fikir olmuş.

5) A Great Day for Freedom
Pink Floyd'suz olmazdı. 1994 The Division Bell albümündeki parça sözlerinden de anlaşılacağı üzere Berlin Duvarı'n yıkılışını anlatır.. Sözlerin sahibi David Gilmour'nun yaptığı açıklamalar da bu yönde. Yıkımın ardından gelen iyimserlikle ilgili demeçleri var. Ancak rivayet o ki, şarkı aslında Pink Floyd'u bırakan Roger Waters'a bir mesaj bir serzeniş. Zira Roger Waters, Pink Floyd'un destansı albümü The Wall'un itici gücüydü. (Wall, duvar demek,bu konuya listenin sonunda döneceğiz)

6) Wind Of Change
The Scorpions'ın (ki Alman bir rock grubudur) şarkısı, her ne kadar diskoların romantik dans repertuarında yer alsa da, aslında sözleriyle soğuk savaş döneminin sona ermesini kutluyordu. 1989'da grup, Berlin Duvarı'nın yıkılmasından 3 ay önce Sovyetler Birliği'ne Moskova Barış Festivali'ne davet edilir. Konser Gorbaçov'un perestroyka (reform) programının bir parçasıdır. Ve grubun solisti Klaus Meine bu şarkıyı, Bon Jovi ve Mötley Crüe ile Moskva nehrinde bir tekne turundayken yazar. O sırada gelen ilham, grubun tüm dünyada tanınmasını sağlar ve 1990'da Doğu-Batı Almanya birleşmesinin marşı haline gelir. “Moskva nehrini takip ediyorum, Gorky Park’a doğru. Değişim rüzgârını dinleyerek” sözleriyle dans eden nesle selam olsun.

7) Nikita
Nasıl unutulabilir Elton John'un klibi. Hele ki Türkiye'de! Duvardaki Türkçe “Kahrolsun faşizm” yazısı, uluslararası arenada namı okunmama ezikliğimizi bir nebze hafifletmişti. Şarkı, kış ortasında üstü açık arabayla gezen Elton John'un bir Doğu Alman sınır görevlisine olan aşkını anlatır. Sınıra gider gelir ama bir türlü bir araya gelemez aşkıyla çünkü ülkeye girişine izin verilmez. Klip 1985 tarihli. Yani Berlin Duvarı'nın yıkılışından sadece 4 yıl önce. Bu nedenle, duvar yıkıldığında
Elton John'dan aşkına kavuştuğu bir şarkı ve klip bekleyenlerin sayısı hiç de az değildi. 

8) First We Take Manhattan, then...
“then we take Berlin” demiş Leonard Cohen. İyi ki de demiş. Cohen şarkısını aslında önce Jennifer Warnes'a veriyor, 1 yıl sonra1988'de de kendi albümüne alıyor. Şarkının ne anlatmak istediği ile ilgili rivayetler muhtelif. Müzik piyasasında önce ABD sonra Avrupa'yı fethetmekten bahsettiğini söyleyen de var, antikapitalist bir söylem olduğunu iddia eden de. Hatta Cohen'in Yahudi kimliğinden dolayı intikam narası attığını iddiaya kadar gidiyor rivayetler. Yine de bu şarkının kıymetini eksiltmiyor. Leonard Cohen bir de karizmadan yıkıldığı bir klip de çekiyor ki kendine, of of! 

9) Berlin 
Ve başlı başına bir albüm ismi. 2013'te hayata veda eden Lou Reed'in 1973 yılında çıkardığı albümün açılış şarkısının ismi de Berlin. Lou Reed, şarkıda Berlin'de duvara yakın bir noktadaki cafedeki mutlu bir buluşmayı anlatır ve sonra albüm intihara doğru akar. O kadar ki, İngiliz Q dergisince tüm zamanların en içi karartıcı ikinci albümü seçilir. (ilk sırada bilin bakalım kim var? Elbette Leonard Cohen) Yine de şaheser bir albüm.

Bonus: The Wall Live In Berlin
Tarih 21 Temmuz 1990. Pink Floyd'dan ayrılan Roger Waters, Berlin Duvarı’nın yıkılışından 8 ay sonra Potsdamer Platz'da bu teatral konseri yeniden sahneye koydu. Ben diyeyim Bryan Adams siz diyin Sinead o Connor. Cyndi Lauper, Van Morrison, The Scorpions ve bir çok sanatçı o gece sahnede duvarın yıkılışını kutladı 200 bin seyirciyle. Tam 1 saat 50 dakika.

Bu liste 9 Kasım 2014'te onedio.com da yayımlanmıştır.


Strazburg: Bir Kış Masalı

Fransız ama gönlünü Almanya’ya kaptırmış bir sınır kenti Strazburg… Germen dilinde “yolların kesiştiği kale” demek. Avrupa’nın Bağdat’ı, aynı zamanda birçok Avrupa kurumunun da beşiği... Ancak diplomasinin soğuk nefesini ensesinde hissetse de Strasbourg, mimarisiyle ve üniversiteli nüfusuyla Fransa’nın en misafirperver şehirlerinden biri…

Tarihi MÖ 12’ye kadar uzanan Strazburg, 12 yıldan 16. yüzyıla kadar Roma İmparatorluğunun en önemli kentlerindendi. Şehir, 1681’de Almanlardan Fransızlara geçti.. 1789 Fransız Devrimi ile kimliğini tamamen yenileyen Strazburg, ülkenin milli marşı, ‘La Marseillaise’in bestlenmesine tanıklık etti. 1988’de 2000’inci yaşını kutlayan şehrin merkezi, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO’nun kültür mirasına dahil edilerek onurlandırıldı...

Ren Nehri'nin batı kolu olan Ill Nehri üzerinde bulunan Strazburg’un merkezi,, nehrin ortasında kalan bir ada. Bu ada birçok tarihi ve turistik yapıya evsahipliği yapıyor… Bunlardan ilki Dünyanın 6’ncı en uzun katedrali olan Notre Dame,… Katedral şehrin her noktasından görülebildiği için de turistlerin kutup yıldızı ve 142 metrelik bu dev gotik yapı,, Strazburg’daki ilk durağımız…

İnşaasına Roma İmparatorluğu döneminde 1015’te başlanan katedral, neredeyse 400 yılda tamamlanmış… Ön cephesinde yer alan eski ahitten hikayelerin tasvirleri görenleri büyülüyor. İçerisinde yer alan astronomik saat de türünün en güzel örneklerinden. 1300’lerden bu yana sadece 3 defa yenilenen saat, 200 yıldan fazladır çalışıyor… İçeri girmişken 142 metrelik kuleye tırmanmamak da olmaz. 332 basamağı çıkma gücünüz varsa sizi karşılayan manzara tüm yorgunluğa değer…

Katedral Meydanı’ndaki Kammerzell, Strazburg’un en eski evi.. 15. yüzyılda tüccarların kullandığı bu yarı ahşap yapı, bugün restoran olarak hizmet veriyor… Klasik ve modern Fransız mutfağının özellikle Alsaz yemeklerinin en güzel örneklerini tatmak istiyorsanız, uğramanızda fayda var.
Strazburg'da kışın en güzel yanı da kurulan Noel Pazarı
Meydan’daki turun ardından Katedral’in tam karşı sokağından indiğinizde kendinizi Strazburg’un alışveriş bölgesinde buluyorsunuz. Sağa doğru yürüyünce karşılaşacağınız meydan “Place Gutenberg”. Gutenberg’in matbaayı Strazburg’da icat ettiği düşünülürse, isminin bir meydana verilmesi kaçınılmaz. Bu küçük meydan, ikinci el kitap pazarı ve turistler kadar Strazburgluların da keyifle bindiği bir atlıkarıncaya da evsahipliği yapıyor.. Gutenberg’den sonraki meydan “Place Kleber”. Çevresi birçok mağazayla çevrili bu meydan, buluşma merkezi ve kentin kalbi…

Strazburg’a gidip de “Petit France”ı görmemek olmaz. Almanların ismini verdiği bu ufak kanallar bölgesi, yarı ahşap Alsaz evleri, hediyelik eşya dükkanları, restoranları ve pub’larıyla şehir sakinleri ve turistlerin gözdesi…

Yeşil şehir

Şehir merkezi dışında Strazburg, kanalları, parkları ve bahçeleriyle ün salmış. Bunlardan en önemlisi Orangerie ve Botanik Bahçesi. Avrupa Konseyi’nin hemen yanında yer alan Orangerie, kentin en eski parkı. İçinde bir göl, bir şato bir de hayvanat bahçesini barındıran bu yemyeşil park, piknik alanı olarak ideal.Piknik sepetinizi kapıp, Alsaz bölgesinin sembolü leyleklerle güzel bir öğleden sonrası geçirmenizi tavsiye ederiz… L'Observatoire yani Gözlemevi Kubbesi 'nin eteğindeki Botanik Bahçesi de görmeye değer. Neredeyse 400 yıllık bir geçmiş olan 3,5 hektarlık bu alan, dünyanın dört bir yanından 6 bin çeşit bitki türünün 15 binden fazla örneğine ev sahipliği yapıyor.

Strazburg’da gezmenin en kolay iki yolu toplu taşıma ya da bisiklet.. Hem yollarda hem de kaldırımlarda yer alan bisiklet yolları şehrin dört bir yanına kolayca ulaşmanızı sağlıyor… Ayrıntılı bir şehir planı ve kiralık bir bisikletle gidemeyeceğiniz yer yok gibi. Bir diğer yöntem de şehrin gelişmiş toplu taşıma sistemi. Şehir merkezinde L’homme de Fer’e yürüyüp buradan Esplanade yönüne giden tramvaya binin. Botanik Bahçesi için Observatoire durağında inin. Orangerie içinse aktarma yapmak durumundasınız. Republique durağında inin. Bischeim yönüne giden 6 numaralı otobüse geçin, Orangerie durağında inin. Gözünüz korkmasın, Strazburg ‘un dakik tramvayları ve otobüsleri ile kaybolmanız mümkün değil… Şehrin mimarisini görmenin en güzel yolu ise tabiî ki bot turları. 1 saati bulan bu turlarla Strazburg kanallarında sefer yapmak mümkün. Turlar Katedral’in hemen yanındaki Rohan Sarayı’nın kıyısından kalkıyor…

Ne yenir ne içilir?

Strazburg diplomatik misyonu dışında aynı zamanda bir üniversite şehri… Bu nedenle şehrin birçok noktası restoranlar, barlar ve gece kulüpleriyle dolu…

Katedral’in karşı sokaklarından Rue de la Douane, Alsaz mutfağıyla ün salmış bir restoran, L’ancienne Douane”ın adresi. Bu klasik restoran Yaz aylarında terasıyla da hizmet veriyor…

Les 3 Brasseurs, hesaplı bir yemek için ideal… Gençlerin tercih ettiği bu mekan, şehrin en iyi “tarte flambee”leri ve biralarını yapıyor. “Tarte Flambee”yi Alsaz lahmacunu olarak adlandırmak yanlış olmaz…Ev yapımı Bira-lahmacun ikilisi Strazburg’da çok tutan bir menü.. Rue des Veaux’da bulunan bu şirin restorana şehir merkezinden yürüyerek ulaşabilirsiniz..

Petite France’daki restoranların en popülerleri “Maison de Tanneurs” ve “L’ami Schutz”.. “Maison de Tanneurs”,Alsaz bölgesinin en ünlü yemeklerinden Choucroute (şukrut)’un evi olarak biliniyor. Lahana ile bir sorununuz yoksa bu et yemeğini tatmadan Strazburg’dan ayrılmayın. “Foie Gras” yani kaz ciğerinin adresi ise “L’ami Schutz”. “Ciğer yemem” demeyin, bu spesyali mutlaka deneyin.

Fransız peynirlerini denemek için Place Gutenberg’e çok yakın Rue des Tonneliers’de “La Cloche a fromage”ı öneririm. Şarap eşliğinde çeşit çeşit peynir ve ekmek tadımı yapabilir, dilerseniz marketinden de alışveriş yapabilirsiniz.

Eğer Alsaz mutfağından hoşlanmazsanız, geriye önerebilecek tek bir yemek kalıyor. O da döner… Şaşırmayın, Strazburglular için döner kebap neredeyse bir Fransız yemeği. Şehrin dört bir yanındaki kebap evlerinde, Türk damak tadına yakın bir yemek yemeniz mümkün. Bu restoranların sahipleri de çoğunlukla Türkler…

Restoranların öğle ve akşam yemeği saatlerinde çoğunlukla hizmet vermedikleri konusunda da bir uyarıda bulunalım.

Place Gutenberg ve Place Kleber'in açıldığı ara sokaklarda geç saatlere kadar hizmet veren publar ve gece kulüpleri bulmak mümkün… Bunlar dışında şehirde son dönemlerin en popüler mekanları Le Retro ve Le Saxo. Place des Halles’deki Retro, tam anlamıyla bir diskotek, kurtlarınızı dökmek için birebir. Le Saxo ise daha hafif takılmak isteyenler özellikle cazseverler için ideal.

Strazburg’a gelip de leziz Alsaz şaraplarından bahsetmemek olmaz. Eğer vaktiniz varsa Alsaz Şarap yoluna çıkabilir, üzüm bağlarını gezebilir, beyaz şarap tadımı yapabilirsiniz. Şehir dışına çıkmadan şarabın tadına varmak istiyorsanız “Cave Historique des Hospices”i ziyaret edin.. 14. Yüzyıldan kalma bu şarap mahzeninde damak tadınıza uygun bir şarap bulabilir ve alışveriş yapabilirsiniz. Son zamanlarda açılan şarap barları özellikle kanallardaki teknelere açılan şarap barları rağbet görüyor. Bu barlar arasında en popüleri olan “Ill Vino”, Quai des Pêcheurs’de. Şehir merkezinden yürüyerek (ve tabiî ki sorarak) ulaşmanız da gayet kolay..

Strazburg, birçok Avrupa Birliği kurumuna evssipliği yaptığı için ziyaretçisi de çok. Bu nedenle de şehirde irili ufaklı birçok otel var. Özellikle şehir merkezinde 2 ve 3 yıldızlı oteller, kısa ziyaretler için gayet makul fiyatlar öneriyor… Şehri ziyaret etmek için en güzel zaman ise yazdan ziyade yılbaşı öncesi… Kar altındaki şehir, Kasım sonunda açılan Noel pazarı ile masalsı bir kimliğe bürünüyor…Tüm meydanlar, Katedral çevresi, Petite France’da kurulan Noel Pazarı, tezgahlarına dünyanın dört bir yanından turist çekmeyi başarıyor… Place Kleber’e dikilen Noel ağacı etrafındaki şölenler görenleri büyülüyor.. Kışın ve yılbaşının en çok yakıştığı şehir, adeta yılbaşı kartpostallarını andırıyor. 

Gezginler için Havana

Dünyada insan gözünün görebileceği en muhteşem kara parçası…” Rivayet odur ki Kristof Kolomb, Küba’yı keşfettiğinde dudaklarından dökülen ilk cümle bu olmuş. Ve Ekim 1492’de İspanyol toprağı ilan ettiği bu muhteşem kara parçası, 1959’da Fidel Castro ve silah arkadaşlarının komünist devrimine kadar, İspanya ve ABD’ye karşı çetin bağımsızlık savaşlarından sağ çıkmayı başardı.. Küba’da zaman 1959’da dondu kaldı…

Devrimin 50. Yılında Mayıs sonunda,, Kolomb’dan tam 517 yıl sonra ayak bastım başkent Havana’ya… Neredeyse gecayarısında Hotel Riviera*ya vardım.. 52 yıldır hiç değişmeyen dekorasyonu ve lobisinde güleryüzlü müzisyenlerin bir masa çevresinde kendi aralarında yaptıkları müzikle karşılandım… Saat çok geç olduğundan Havana’daki ilk gecemi, lobide “Buena Vista Social Club”den aşina olduğum Küba müziği ve Türkiye’de neredeyse 20 katı fiyat ödediğimiz eşsiz lezzete mojito’larla geçirdim…


Havana’da ilk sabahımda, muhteşem bir okyanus manzarası ve Malecon karşıladı beni. Malecon , bu “antika” başkentin, Atlantik Okyanusu kıyısındaki 8 kilometrelik sahil yolunun ismi …. 4 ve ya 5 yıldızlı otellerin bulunduğu Vedado bölgesinden başlayan ve Havana’nın merkezinden, eski şehre uzanan bu “kordon boyu” aynı zamanda Havanalıların buluştuğu, balık tuttuğu, uçurtma uçurduğu, dev dalgaların altında romantik yürüyüşler yaptığı, müziklerini icra ettiği ve dansettiği eğlence noktalarından biri…


Vedado’da görülmesi gereken en önemli yer şüphesiz Devrim Meydanı… 1 Mayıs’ta Fidel’in milyonlarca Kübalı ve dünyanın dört bir yanından gelen turistlere seslendiği sahnenin hemen arkasında dev bir Jose Marti heykeli yer alıyor. (devrimin fikir babası olan Marti, Küba’nın milli kahramanı. Ülkenin her yanında, her okulun önünde, her meydanda adına bir anıt görmek mümkün.. Bir nevi Küba’nın Atatürk’ü. Küba aynı zamanda ataturk büstünün türkiye dışında görülebileceği ender yerlerden.) Meydanın tam karşısında yer alan İçişleri Bakanlığı’nın dış cephesinde ise devrimin tüm dünyada tanınan ikonu Che Guevara’nın çelikten yapılmış dev bir kabartması var..


Hotel Nacional, Vedado’da görülmeye değer en eski yapılardan. 1930’dan bu yana hizmet veren otelin, devrim öncesi en önemli konukları arasında İngiliz siyaset adamı Winston Churchill, yazar Ernest Hemingway ve efsena şarkıcı Frank Sinatra var. Otel müşterisi olmayanların da içtenlikler karşılandığı Hotel Nacional, fotoğraf “müze”si ve okyanus manzaralı barıyla, gezimin soluklanma noktalarından biri oldu…


Coppelia, tüm Havanalıların buluşma noktası. Vedado’daki bu dev merkez ne bi bar ne de restoran. Coppelia herhalde dünyanın en büyük “dondurma parkı”. Şehrin bu en gözde mekanında, birbirinden lezzetli dondurmaların tadına bakmak istiyorsanız, benim gibi en az 1 saatlik uzun kuyruklara katlanmak zorundasınız. Mangolu dondurmasını denemeden Havana’dan ayrılmayın derim..


Vedado’dan Centro Habana yani şehir merkezine geldiğimde, eski binalarla süslü,denize inen geniş, El Prado bulvarında bir yürüyüş yapıyorum… ilk durağım Museo De La Revolucion yani devrim müzesi… burası aynı zamanda Fidel Castro’nun da bir zamanlar yaşadığı eski başkanlık Sarayı). Uzun zamandır sağlık sorunlarıyla boğuşan Fidel’in şu anda nerede yaşadığı soruma ise yanıt alamıyorum. Zira güvenlik sebebiyle kimse bilmiyor…


Merkezdeki ikinci durağım ise bir zamanların meclis binası olan Capitolio oluyor… Bu ihtişamlı yapı,, Amerika birleşik devletleri’nin capitol binası ve bir tapınağının iç içe geçmiş halini anımsatıyor. İçeri girdiğinizde sizi 11 metre uzunluğunda bronz bir kadın heykeli karşlıyor… Bu Cumhuriyet anıtı,, aynı zamanda dünyanın bir yapı içindeki en büyük 3. Heykeli…


Ve son durak, “Real Fábrica de Tabacos Partagás” yani Küba’nın en ünlü puro imalathanesi... 45 dakikalık bir turla tütünün nasıl dünyanın en ünlü puroları haline geldiğini görüyorum... Ciddi bir el emeği gerektiren bu işin, 9 aylık da bir eğitim süreci olduğunu öğreniyorum... ve meraklısına bir not daha, puroların kadınların baldırlarında sarıldığı tamamen bir şehir yatta dünya efsanesi!! Puro imalathaneleri sadece bir markaya yönelik de çalışmıyorlar. Bir imalathanede ünlü 4-5 puro markası aynı anda üretiliyor.


Habana Vieja


Başkentin en canlı, en güzel yerini yani Eski Havana’yı gezmeye 2. Gün başlıyorum (be 1 gün tabiiki yeterli olmuyor) Vedado’dan Habana Vieja (eski şehir)’ya gitmenin birçok yolu var… Eğer Atlantik’in zaman zaman ufak tsunami şiddetindeki dalgalarına yakalanma riskini alıyorsanız, Malecon’da uzun bir yürüyüşle istediğiniz heryere gidebilirsiniz… Daha kolay ve risksiz yollar ise taksi-ler.. Havana’da turistler için taksimetreli ve klimalı taksiler mevcut. Bunun dışında pazarlık yaparak binebileceğiniz lada marka yerel taksiler, bir motosikletin arkasına oyulmuş Hindistan cevizi oturtulmuş 2 kişilik coco-taksileri kullanabilirsiniz. Benim tercihim açık hava imkanı sunan coco-taksiler oldu.


Habana Vieja’ya Capitolio’nun tam önünden ara sokaklardan dalabilirsiniz. Ya da benim sahil yolundan şehrin diğer ucundaki Museo del Ron, yani Rom Müzesi yani Havana Club’ın cennetine uğrayıp, oradan geze geze dönebilirsiniz…


Museo del Ron’da, Küba’nın en önemli geçim kaynağı şeker kamışından, korsanların efsane içkisine uzanan süreci adım adım öğreniyorsunuz. Turun en sonunda rom tadımı ve kültürüyle ilgili de kısa ama yeterli bir ders alıyorsunuz..


Müze’nin yan sokağından girdiğiniz anda da eski şehirle içiçe buluyorsunuz kendinizi, batıya devam ettiğiniz sürece eski meydanları, katedral çevresini, buralarda kurulan açık hava pazarlarını ve müzeleri keşfedeceksiniz… Küba müziği de uğradğınız heryerde sizi bulacak. Yazının ilerleyen satırlarında bahsedeceğim her Küba müziğinin canlı performans olduğunu da şimdiden söyleyeyim…


Eski Havana, Ernest Hemingway’in uğrak mekanlarına da ev sahipliği yapıyor. Hemingway’in kaldığı otel Ambos Mundos’ta canlı müzik eşliğinde soluklanabilir,, fotoğraflarıyla dolu lobiyi gezebilirsiniz.


Havana’ya gelmişken üstadın "My mojito in the Bodeguita del Medio and my daiquiri in the Floridita" sözünü de yerine getirmemek olmaz. La Bodeguita del Medio’da Küba melodileri içinde dünyanın en lezzetli Mojitosunu mutlaka tadın. Orada çalışan ve hediyelik eşya satan bayanla sohbet edin, Türk olduğunuzu duyduğunda nazar boncuklu bileziğini gösterecektir… Zamanın donduğu sokakları gezmeyi bitirdiğinizde de El Floridita’nın buz gibi Daiquri lerinden denemeyi ve barın bir köşesinde demlenen Ernest Hemingway heykeliyle fotoğraf çektirmeyi unutmayın.

Eski Havana’da her ev neredeyse aynı zamanda sanat galerisi, kapısı açık olan yerlerden girmeye çekinmeyin, uygun fiyata inanılmaz güzellikte tablolar bulmanız mümkün.


Havana’da görülmesi gereken bir yer de Casablanca.. Karayoluyla ya da Rom müzesinin hemen karşısındaki limandan feribotla gidilebilen bölgede Morro Kalesi, dev bir İsa heykeli ve Che’nin bir zamanlar karargah olarka kullandığı evi var.. Kalede her akşam tam 9’da yapılan top atışını seyretmeye mutlaka gidin ve ilginç hikayesinini öğrenmeyi unutmayın… 



Che’nin karargahında onun kişisel eşyaları, fotoğrafları ve küba devrimi sırasında kullandığı her türlü alet edevatı yakından görmeniz mümkün… Girişte hemen sağ duvarda ise Che’nin annesine yazdığı mektuptan, Nazım Hikmet’in bir dizesiyle karşılaşıyorsunuz. “Yarım kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim…”


Gece hayatı


Gece hayatının kalbi, eski Havana’nın ufak tefek barları dışında, Vedado bölgesinde atıyor. Galerias de Paseo alışveriş merkezinin içindeki Jazz Cafe, Hotel Melia Cohiba’nın girişindeki Havana Cafe ve Callejon de Hamel, gece gezginlerinin en önemli 3 eğlence mekanı…


Küba gecelerinin bir vazgeçilmezi de kabareler. devrim öncesi zenginlerin ve mafyanın yaşayış ve eğlence hayatını sahneye taşıyan gösteriler, gayet turistik… Yine de özellikle Tropicana Show ses ve ışık sistemiyle, muhtşem dansları ve müzikleriyle bence görülmesi gereken bir kabare.


Şehri bu kadar anlatıp eşsiz kumsallarını es geçmek olmaz. Havana’nın bembeyaz kumla örtülü okyanus plajları da yılın neredeyse her döneminde, deniz ve güneşin keyfini çıkarmak isteyenleri bekliyor… Şehrin doğusuna 20 dakikalık bir yolculukla kendinizi 9 kilometrelik “playas del este”de buluyorsunuz… Her keseye uygun mekanları ve dalış aktiviteleriyle, bu plajlar kartpostal güzelliğinde…


Sonuç olarak devrimin, Fidel’in, Che’nin, Hemingway’in şehri, romun, puronun anavatanı için söylenebilecek tek bir kelime, tek bir cümle var.. “Gidin!” Gidin ve zamanın durduğu, dünyanın bu sayılı cennetlerinden birini deneyimleyin..


Gitmeden aklınızda bulunsun




* Küba’da 2 para birimi kullanılıyor. Kübalılar için peso ve turistler için CUC yani Cuban Convertible. 1 CUC neredeyse 30 pesoya eşit. Yani herşeye daha fazla ödüyorsunuz. Yanınızda dolarla gitmeyin zira komisyonu çok, Euro sorun çözücü… Her ner kadar 1 bardak mojitoya 1 CUC (yani Küba vatandaşlarının 30 katı) fiyat ödeseniz de Küba yine de o kadar pahalı gelmiyor.

* Otellerde konaklamak yerine daha yerel bir tatil geçirmek istiyorsanız ”casa particular” denen sistemden yararlananın… Kübalıların evlerindeki odaları turistlere kiraladığı sistem, devlet denetiminde olduğu için gayet temiz ve güvenilir. Fiyatları da otellere göre çok daha hesaplı.


* Küba mutfağı pek Türk damak tadına uymuyor.. Ancak deniz ürünleri sevenler çin burası bir cennet. Yemek için pahalı turist restornlarından kaçının ve ülkenin 2. Güzel sistemi “Paladar”ı keşfedin… bu sistem sayesinde Kübalılar, en fazla oniki sandalyeye kadar evlerini lokanta olarak açabiliyorlar. Devlet Paladar’larda karides, ıstakoz ve dana eti gibi “pahalı” ürünlerin sunulmasını yasaklıyor ancak uygulamada Türkiye’de jumbo diye satılan karideslerin kat kat büyüklerini ve nefis ıstakozları makul fiyatlarla mideye indirebilirsiniz.


* Küba’ya gelenlerin almadan dönmeyecekleri en önemli hediye tabiî ki puro. Ancak satın alırken dikkatli olun. sokakta size puro satmaya çalışanlardan uzak durun, ucuz olabilir ama kalitesi şühe götürür. Puro imalathanelerinden ve marketlerden şaşmayın. Her ne kadar uygulama farklılık gösterse de yasalara göre yurtdışına en fazla 23 tek puro çıkarabilirsiniz.


* Cep telefonunuz roaming’e açıksa, Küba’da herhangi bir sıkıntı yaşamazsınız. Internet erişimi ise sıkı kontrol altında ve bulunması zor. 4-5 yıldızlı otellerin internet hizmetlerinden yararlanmak her zaman daha hızlı ve daha “az” sınırlı.


* Bulunması zor olabileceğinden ilaçlarınızı ve hijyen malzemelerinizi yanınızda götürün.


Ve son bir not: Bayanların tek başına rahatlıkla seyahat edebileceiği şehir. Suç oranı çok düşük. Güleryüzlü ve misafirperver Havanalılar, kadınları rahatsız etme raddesine gelmeyecek kadar nazik ve gururlu insanlar.

Bu yazıyı 2009 Mayısı'ndaki üç haftalık Küba gezimin ardından AtlasJet'in dergisi Jetlife için hazırlamıştım. Hazır Küba dillere pelesenk olmuşken işinize yarar belki...