24 Ağustos 2015 Pazartesi

Pembe Panter

Kafam avuçlarımın içinde. Dirseklerimi dizlerime dayamış yerde oturuyorum. Pencerenin önündeyim, karşıdaki camiyi seyrediyorum öfkeyle. Sağ bileğimde kalkıp inen nokta dikkatimi dağıtıyor. Damarlarım yüzeye yakın. Yanı başında nabzım sessizce atıyor. Sakin düzenli bir ritmim var. Ama kafam hayatı sayıyor. “Bir ve, iki ve, üç ve...” Nefes.


Halıda sırtüstü çevrilmiş. Üç sağlık görevlisi var. İkisi dönüşümlü kalbine masaj yapıyor. Üçüncüsü hava pompalıyor ciğerlerine. Yüzü yana hafif kaymış. Gözleri yarı aralık. Elini tutmaya çalışıyorum, izin vermiyorlar. Monitördeki sayılar değişiyor sürekli. 63, 29, 150, 200, 75. Kesiyorlar masajı, ritim gelmiyor. Tuvaletten annemin öğürtülerini duyuyorum. “Nefesim nefesin olsun” diye ağlıyor küçük ablam. Gelmeyeceğini biliyorum. Ritim olmayacak, nefes olmayacak. Hayat önce gözleri terk ediyor çünkü. Yüzüne baktığım beden Burcu değil artık; ablam değil.


Camiyi seyrediyorum yine. Cenaze namazı için cemaat toplanmaya başladı. Ölümü gibi cenazesini de kolay planlamış. Hayatı hep kolaylaştırırdı zaten. İsyan ediyorum. Sövüyorum Allah’a. Kitaba küfrediyorum. Lanet ediyorum bu yaşıma kadar ettiğim tüm dualara. Yeğenime, Batu’ya beş yaşında şahit olduğu bu ölümü nasıl açıklayacağız bilmiyorum. Aklım zaman tüneline giriyor, Pembe Panter’i düşünüyorum. 43 yaşındaki ablamın 42 yaşındaki peluş oyuncağı. İki ablamın ve benim çocukluğumu gören yaşlı panter. Boyumuz kadar dans partnerimiz. Batu’ya hediye edecek diye nasıl da heyecanlıydı. “Hemen yıkamalıyız” diyorum kendi kendime. Takma gözleri bozulmasın diye tülbent bağlamak lazım makineye atmadan önce.


“Bir ve, iki ve, üç ve...” Nefes. Saate bakıyorum. 35 dakika geçmiş. Onu göremeyeceğime değil, duyamayacağıma yanıyorum birden. Cıvıl cıvıl konuşmasına yüksek sesi yüzünden katlanamadığım anlar geliyor aklıma. Haykırmaya başladığımı hatırlıyorum. Haykırarak ağladığımı, ne olur beni bırakma diye. Ne olur geri dön diye... Görevliler pes ediyor. Hepimiz pes ediyoruz. Burcu... Beni büyüten büyük ablam, annem, en iyi arkadaşım, “seni seviyorum” diye şapadaaa öptüğümde gözleri dolan muazzam kadın, monitörde düz bir çizgi. Nereden çıktığını anlamadığım bir teyze çenesini bağlıyor. Kollarını bağlaması için yardım ediyorum. Beyaz örtüyü seriyorlar üstüne. Karşısındaki klima üflüyor. Örtü kımıldıyor hafif hafif. Sanki nefes alıyor. Yanına uzanıyorum. Gitmesi gereken bendim halbuki...


Hala buradayım. Yedi gün geçmiş, yedisi gelmiş. Ev kalabalık, 70-80 kişi var. Burculu anılara mevlüt sesi karışıyor. Kaçacak delik yok. Çocuklar yukarıda oynuyor, yanlarına çıkıyorum. Batu mutlu (sanki). Yaşamı bitip, Allah baba yanında ölümü başlayan büyük teyzesi için veda partisi veriyoruz, öyle sanıyor. “Aşağıda Burcu için şarkı mı söylüyorlar?” diye soruyor. “Evet kuşum, beğendin mi?” diyince kafasını iki yana sallıyor. “Biz Burcu ile ‘Arkadaş’ı söylerdik... Düğümleniyorum, duramıyorum yanında, salona iniyorum. Annemle ablamın yanı başına oturuyorum. Annem, elindeki Yasin-i Şerif’ten bir sûre takip ediyor. Türkçe mealine gözüm takılıyor. “Soldakiler” yazıyor inanmayanlar için. “Ey sapıklar, yalancılar. Siz bir zakkum ağacından yiyeceksiniz, üstüne de kaynar sudan içeceksiniz.” diyor. Aklım gidiyor, mezarı pembe bir zakkum ağacının gölgesinde. Zakkum kansere çare değil miydi yahu? Hoca hanıma nasıl baktıysam biri dürtüyor beni. Kadını susturmak istiyorum. Herkesi susturmak istiyorum... Ama sadece duruyorum.


“Dur Dilge!” “Dilge, dur!” Ev boşalıyor, dağınıklığı kaldırıyoruz. Batu uyudu. Oyuncakları kaldırmak bana düşüyor. Yaşlı panteri bir köşeye atmışlar. Koca burnundan atıyorum omzuma, pembe haplardan alıp uykuya sığınıyorum. 

Üç kardeştik, birdik. Sessiz sitemsiz gitti bir ablam.
* Bu yazı Ağustos 2015'te KAFA dergisinde yayımlanmıştır.

4 Ağustos 2015 Salı

"Yabanilerin duvarı geçmesi harika ötesi"

Yazıyı klişeye boğmak gerekirse, tam bir azim örneği Eşekherif. Yedi sene önce kırık bir İngilizce ile merak sardığı dizi çevirmenliğinde bugün altyazı piyasasının en sıkı isimlerinden biri. Onu en iyi bilenler elbette Game of Thrones izleyenleri. Eşekherif yani Cem Özdemir, çeviri macerasını anlattı. Game of Thrones üzerinden de Türkiye’ye baktı.    
  
Eşekherif, 24 yaşında. Çeviri işlerine lise üçteyken sıkıntıdan başlamış. “Lost ve Prison Break'in aşırı popüler olduğu zamandı. Ders çalışmak hiç bana göre değildi,bir de okul değiştirdim o sene. uyum sürecim sancılı geçince dizilere sardım.” (Niye okul değiştirdin diye soruyorum ama ‘kız meselesi’ diyip geçiştiriyor.)   
  
İnat edip İngilizce’yi böyle böyle çözüyor Eşekherif. İki saatini almayacak çevirilere iki-üç gün harcıyor.  Ders çalışmayı sevmediğine bakmayın bir de üzerine 2009’da ODTÜ Fizik bölümüne giriyor. İngilizce hazırlık yılını yine çevirilere adıyor.   
  
Sonra altyazı camiasına girmesi gerekiyor.  “Divxplanet tekeldi o dönem ve herkesi de üye almıyorlardı. Önce mini forumlarına üye olup ana foruma değer olduğunuzu göstermek gerekiyor. Orada iki-üç ay geçirdikten sonra üye oldum ve üye olduktan da yine birkaç ay sonra ilk kez çeviri yaptım. İlk çevirilerim şimdiki gibi zaman sınırı olan şeyler değildi. Nispeten az kişinin izleyeceği ama bana tecrübe katacak şeylerle başladım” Altyazısını ilk çevirdiği dizi de The Simpsons.  
  
ODTÜ fizik yalan oluyor tabi. O dönemde çevirdiği dizi sayısı altıyı buluyor. Dışarıdan da işler gelmeye başlıyor. Ailesinin verdiği fikirle (sadece destek değil) 2012’de Hacettepe tercümanlık bölümüne geçiyor.   

Kendi adıma ilk düşüncem, bu yaşta kendini bu kadar çeviriye adayan birinin daha izole bir hayatı (tamam yahu asosyal) olduğu yönünde. Aksine okuduğu okulların hep popüler çocuklarından. Çevresi geniş. Bir yandan da gazete ve dergilerde çeviri ve editörlük yapıyor. Dijital medya platformuna ve kanallara içerik sağlamıyor. Sadece CNBC-e’nin internet sitesine, o da sansürsüz olduğu için, Game of Thrones altyazılarını veriyor. Eşekherif, Gezi olayları döneminde altyazılardan verdiği mesajlarla belli bir kitlenin de sevgisini kazanıyor. (Hatırlayalım: Üçüncü sezon dokuzuncu bölümün girişinde “yandaş medya sussun,biz her yerden sesimizi duyuracağız.bugün, 3 haziran 2013.türkiye günlerdir ayakta.günlerdir bitmek bilmeyenbir zulme karşı çıkıyoruz.günlerdir acı çekiyoruz,günlerdir direniyoruz.kimseyi düşürmek gibi bir derdimiz yok.sesimiz duyulsun istiyoruz.isyan değil inanın, özgürlük bizim derdimiz.” diye yazmıştı.  
 “O notlu altyazıyı yazdığım gün uyanıp bilgisayar başına oturduğumda ağladım bir. herkes onu konuşuyordu ve çok duygulandım.”  

2009 seçimlerine yaşı yetmemiş ama sonrasında referandum, yerel seçim, genel seçim hiçbirini kaçırmamış. “Kaosa gireceğiz gibi görünüyor erken seçime kadar ama erite erite bitireceğiz” diyor. Siyasi Partileri Game of Thrones’a uyarlasa nasıl olurdu diye acayip bir soru soruyorum. Yanıtında duraksama yok. “Seçimi yabaniler kazandı, duvarı geçtiler sonuçta” diyor. “HDP-yabaniler, AKP-Lannister’lar, MHP-Stannis Baratheon, CHP de gece nöbeti... Yabanilerin duvarı geçmesi harika ötesi olay. Birlikte yaşarız mutlu mutlu.”  

Dizinin devamında ne olacağını ise kestiremiyor. Kitaplar birbirine çok karışmış durumda. Tek diyebildiği, Dany ve Tyrion’ın yazarın en sevdiği karakterler olduğu. “Onlar hariç kimse nihayetinde mutlu olamaz gibi geliyor bana. Ya da gayet net bir şekilde Ak Gezenler gelip dünyayı yok edebilir hiç şaşırmam.”  

Türkçe dizileri soruyorum. Takip ettiği ve İngilizce’ye çevirmek ister mi? Behzat Ç. Ve Leyla ile Mecnun’u sayıyor.  “Yine de hiçbirini çevirmek istemem, zaten doğal oldukları için bu kadar sevdim çeviri de doğallığı alır götürür.” ‘La bebe’yi çevirelim diyoruz, ‘dude’dan öteye geçiş olmuyor.  

Çevirilerini eleştirenlere de hak veriyor. “Her türlü eleştiriye çok açığım ama çalışma şartlarımız farklı. Ben sabah 5'te ya uyumadan ya 2-3 saatlik uykuyla bölümün başına oturuyorum. daha aklım yerine gelmeden izliyorum. 6 buçuk 7 gibi çeviriye başlayıp 2 buçuk 3 saate bitiriyorum. Çok daha iyisini yapabilirim, çoğu zaman tam içime sinmiyor bile altyazı ama belli bir zaman standardı yakaladım ondan da taviz vermemek adına üzerine çok düşünmeden çeviriyorum.”  

Yine de çeviriyi bırakmaya niyetli değil. Sevdiği şeyi sevdiği şekilde insanlara ulaştırmaktan memnun. “Çeviren: eşekherif, iyi seyirler”e ekran başında teşekkür edenler olduğunu söylüyorum. “Bu işte tutunmamızı sağlayan o zaten” diyor.





Bu röportaj Temmuz 2015'te KAFA dergisinde yayımlanmıştır.

Konjonktürel anatomi

Nilgün Marmara'yı tanımakta geç kalmıştım. Geçen baharda Gümüşlük'e tatile gitmesek haberim bile olmazdı belki. Sysyphos Pansiyon'da konak'lamıştık. Ben ismine vurulmuştum. Zeus'u sinirlendiren Kral Sisyphos. Zeus'un, koca bir kayayı bir tepeye çıkarmakla cezalandırdığı ama kaya tepeden her seferinde aşağı yuvarlandığından cezası sonsuza kadar süren Sisyphos. Onun nedeni belliydi. "Hem ucuz, hem basit..." İlişkimizin kurtarma sınavıydı bu tatil. Televizyonsuz, cep telefonsuz, kitapsız. Yeni işten çıkarılmıştım. Dişli kadındım, işsizlik uzun sürmeyecekti. Onun mesleği ise bu -suzluklara müsait değildi, pazartesiyi de alıp tatili üç gün ile sınırladı. 
  
Havaalanından kiraladığımız araba ile Cuma gece geç saatte vardık pansiyona. Rakıya oturduk. Ama masa, ülkeyi ya da dünyayı kurtaracak bir masa değildi. Benim de tanıdığım çalışma arkadaşlarını çekiştiriyordu, sürekli paradan bahsediyordu, sosyal medyada takipçilerinin ne kadar arttığından böbürleniyordu. (ki takipçi satın aldığını biliyordum) Tartışacak halim yoktu, kurtarma sınavı benim fikrim değildi. 
  
* * * * * 
  
Yol yorgunluğuyla kısa sürdü yemek. Odamız denize bakıyordu, cırcır böcekleri koro halinde çalışıyordu. "cırcırböcekleri bu sesi kanatlarını birbirine sürterek çıkarıyormuş biliyor musun" dediğimi hatırlıyorum kendimce haksızlık ettiğim adama. Gülümsedi, gamzeleri çıktı ortaya. Kendiliğinden dağıldı havadaki gerginlik. Üstüne tatsız tuzsuz bir sevişme. 
  
Cumartesi sabahı bu tatilden bir ilişki çıkmayacağı aşikardı. Hissettiğim yabancılık içime yerleşmişti. O gazetelere gömüldü, ben de pansiyonun girişinde bir köşede tozlanan kitapları karıştırmaya başladım. Hepi topu 20 kitap, çoğu da şiir zaten. Kitapların çoğu aynıydı. Üzerinde de bir isim. Nilgün Marmara. Mor kitaplardan biri çekti ilgimi. Daktiloya çekilmiş şiirler. Pansiyonun sahibesinin yanıma yaklaştığında, önsözü okuyordum. "Aramızdan ayrıldı" yazıyordu. 29 yaşında. Bugünkü benden genç. Hastalık herhalde diye düşünürken konuştu kadın. İsmini hatırlayamıyorum ama ilk cümlesi hala aklımda. "Biz varlığımızdan ürkerken o kendi yokluğuna cesaret etti." Hayat dolu görünen bir kadından beklenmedik bir cümle. Bu garip cümleyle başlayan sohbetimizde dinledim Nilgün Marmara'nın hayatıyla ilgili detayları... Ve intihar ettiğini. Raflarda niye aynı eserinden çok sayıda bulunduğunu sordum. "Bilmiyor musunuz? 80'lerin başında işletmişti bu pansiyonu..." Sysyphos'un cezasına isyan eden şiir tutsaklığım böylece başladı. 
  
* * * * * 
Spor sayfalarını mırıldanarak okuyordu. Bu beni sinirlendiriyordu. Bunun beni sinirlendirdiğini biliyordu. Lig bitmeden tatile gitmek. Ne büyük aptallık! Kulaklıklarımı taktım, bu mevsimde denize giren yoktu, bir iki rüzgar sörfçüsü derinde aydınlık ve hafif dalgalarla oynaşıyordu. Şiirleri karıştırmaya başladım, karıştırdım gerçekten, rastgele bir sayfa açıp cümleleri ayıklıyordum. 
           "Ey, iki adımlık yerküre 
           Senin bütün arka bahçelerini 
           gördüm ben!" 
Ülkeyle özleştirdim bir anda. Yerkürenin böceklerle dolu tüm arka bahçeleri bu ülkenin topraklarında. Keşke gerçekten iki adım sürseydi de gitmeye mecali olsaydı insanının... Nilgün hanımın (daha senli benli olamamıştım) kastı bu olmasa gerekti. "Başkaldırı tüm destekleriyle tutuklanmıştı bir tarihte..." Sessizliği de anlaşmayı bozan da o oldu. Odaya gideceğini söyledi. Gitti. Cep telefonuyla döndü. Acilen taraftar sayfasına bakması gerekiyordu 'Renklerine gönül verdiği' takımın akşamki maçını seyretmek istediğini söyledi; emek vermekten mesai harcamaya dönen ilişkinin renkleri tamamen yok oldu. 
  
* * * * * 
  
Arabayı alıp Bodrum'a indim. Havanın serinliği hararetimi aldı biraz. Öfkelenecek bir şey de yoktu aslında. O telefonu açmasa daha mı iyi vakit geçirecektik? İlişkinin uzatma dakikaları keyifli mi olacaktı? Denizciler Kahvesi'ne oturdum. Bir çay söyledim canım sıkıntı sınırı. Vazgeçtim çaydan, köşedeki marketten kırmızı şarap açtırıp pansiyona döndüm. Pansiyonun sahipleriyle maça oturmuştu. Odaya çıktım şarabımla, bavulundan bir paket sigara buldum. Balkona gelen maç gürültüsüne kulaklarımı tıkadım müzikle. Nilgün Marmara'yı hayal ettim oturduğum yerde şiirlerini yazarken. Gitmesine sinirlendim. Karşımdaki adamın bırak bu kadını, hiçbir şairi bilmemesine içerledim. 
  
Şimdi bakıyorum da, ortak hiçbir noktamın olmadığı bu adamla 11 ayımı harcamaya kimse zorlamamıştı beni. Başlarda saf ve güçlü gördüğüm tarafları görgüsüz ve bencil geliyordu artık. Varlığımı bu adamla cezalandırıyor gibi hissettim (bugün bile tanıyorum o hissi) "Bir şeyi midende tutabiliyorsan verdiği rahatsızlık bir süre sonra geçer" demişti eşi defalarca aldatmasına rağmen boşanmayan bir arkadaşım. Bulantı bitmek bilmemişti bende... İçimdekileri nasıl kustum,ne kadar dili zifirdim hatırlamıyorum. Haksızlık mı ettim, yüreğini burktum mu bilmiyorum. 
  
"Dönelim" demişti ama İstanbul'da dişlisi olacak iyi bir çark yoktu benim için. Bir süre zaman kaybetmek istedim. Tatilin kalan günleri kalmadı. En yakınımdaki yabancıyı bir daha görmedim. Kusmak iyi geldi. Bünyem attı.

Bu kısa öykü Haziran 2015'te KAFA dergisinde yayımlanmıştır.