“Bu
sıra 7 buçuk randevusu olanlar için. 8 ve 8 buçukçular
girmesin.”
Hava
soğuk, yerler buz. Bekleyen bir kaç kişi sıradan çıkıyor.
Karşıdaki çay ocağına gidiyor, yokuşta kaymamaya çalışarak.
Çay ocağı ana baba günü, camları buğu içinde, içerisi
görünmüyor. Cep telefonum orada fırının altındaki çekmecede,
üzerinde ismim olan bir kağıt tutturulmuş halde beni bekliyor. 7
buçuk için gelen herkesin telefonu orada. İçeri sokmak yasak.
Huzursuzum. Hem telefonuma bir şey olur endişesinden, hem de sırada
oyalanacak bir telefonum olmadığı için.
Kum
rengi mermerden yüksek duvarlarıyla bina dev bir mezarı andırıyor.
Gecekonduların yanıbaşında. Camları simsiyah, ışık sızmıyor
sanki. Girmek için iki güvenlik noktasını aşmak gerekiyor. Bahçe
kapısındaki güvenlikçiler bezgin, bir o kadar da kraldan çok
kralcı. Kralları neredeyse 10 bin kilometre ötede. Pasaportumu
alıp ismimi kontrol ediyorlar listeden. Huzursuzum. On yıl önce bu
sıraya girdiğimdeki gibi elimi tutan yok artık. Aşamaları tek
tek, tek başıma aşmam gerekiyor.
* * *
Ellerim
donuyor. Sağ elimi tutup sol cebine sokuyor. “Eldivenlerini unutma
demedim mi evden çıkarken!” Tatlı bir azar. “Esas sen
üşümemelisin” çıkışıma “sıcakta beklemekten iyidir”
diyor nefes nefese. 8 buçukçuyuz; son grup. Önceki randevular
sarktığı için bekleme uzuyor. Çay ocağına dönersek sıramızı
kaybederiz. Bir sokak köpeği dolanıyor sıranın etrafında. Genç,
oyuncu, simsiyah, tüyleri ıslak. Birinden yemek çıkar derdinde.
Aynı kralcılardan biri köpeği ayağıyla iteliyor. Elimi cebinden
çıkarıyor bir anda. Adamın yanına gidip bir şeyler söylüyor,
huzursuzlanıyorum. Köpek çay ocağında buluyor yanaşacak birini.
Yanıma dönünce sarılıyorum ona. Sıradakiler merakla süzüyor
bizi. En çok da o kralcı.
* * *
“Soyadınız 'u' ile mi 'o' ile mi hanımefendi?”
Çocukluğumdan beri sorulan soruyu her zamanki gibi yanıtlıyorum.
“Yanlışlık yok yani?” diye soruyor emin olmak için, kendi
soyadımı bilemeyecekmişim gibi. Bahçedeki ilk kontrolü geçtikten
sonra, kapı sırasına giriyorum. Kar başlıyor. Kapı görevlileri
bir ısıtıcının önünde sıraya bağırıyor. “Pasaportunuzu
ve başvuru formunuzu elinizde hazır tutun” diye. Yine de hala
sıranın en önünde çantasını karıştıranlar var. Dörderli
gruplar halinde alıyorlar içeri. Dördüncü olmayı başaramıyorum,
kalıyorum sıranın önünde. İçeride ayakkapları dahil çıkarıp
x-ray cihazına koyuyorlar.
Bahçeye servis minibüsü giriyor. Çalışanları taşıyor olmalı. Ellerinde pastane torbaları ile inenlere bakıyorum,
biri yaşlı, siyah bir köpeğe börek atıyor. Türkçe şakalaşarak
personel kapısından içeri giriyorlar. Mermer duvarların arkasında
çay demleyip poğaçalarını yediklerini düşünüyorum. İçim
ısınıyor. Canım çay çekiyor. Kapı görevlisi soyadımı
sorgulamıyor bu sefer, İçeriye alınıyorum.
*
* *
“Gidip çay getireyim mi bize?” diye soruyorum.
“Gerek yok geçeriz şimdi bahçe sırasını” diyor. Gidince
neler yapacağımızdan konuşuyoruz. Müzeler, müzikaller var
hayalimde ne kadarını gerçekleştirebileceğimizi bilemesem de.
Hayallerimize gülümsüyor. Hayranlıkla bakıyorum yüzüne,
dişlerinde sigara izleri... Olsun. Artık içmiyor ya.
Sıra bize gelince gülümsemesi kayboluyor.
“Pasaporttaki soyadınız ile listedeki soyad tutmuyor beyefendi”
diyor aynı kralcı 'beyefendi'ye bastıra bastıra. Listede 'u' ile,
pasaportunuzda 'o' ile yazılmış. Araya giriyorum; “Bakın
beyefendi benimki tutuyor, yanlış olsa ikimizin de yanlış olur
değil mi” diyerek. Ters ters bakıp kapıya gidiyor, oradaki
listeden kontrol edip emin olunca geçmemize izin veriyor. “Sen ne
ara büyüdün böyle” diyor. Sesinin titremesi soğuktan mı
sadece, bilemiyorum.
* * *
Parmak izlerimi alıyorlar. Önce baş parmaklar, kalan
dörder parmak birlikte. “İngilizce konuşuyor musunuz?” diye soruyor görüşmeyi
yapan görevli. Evet dedikten sonra sıralıyor diğer sorularını.
“Ziyaretiniz iş amaçlı mı, turistik mi?”
“Sağlık sorunları.” Epikrizimi inceliyor.
“Ziyaretinizin giderlerini kim karşılayacak?”
“Annem.” Belgelerimi istiyor. Tek tek inceliyor banka kayıtlarını, ev tapusunu. Tapunun üstündeki ismi görünce bir soru daha soruyor.
“Babanızın banka kayıtları?” Yok diyorum. Annemin hesabını yeterli görüyor olacak ki onay kağıdını uzatıyor. Pasaportumu dört iş günü içinde en yakın posta merkezinden alabileceğimi söylüyor.
“Ziyaretiniz iş amaçlı mı, turistik mi?”
“Sağlık sorunları.” Epikrizimi inceliyor.
“Ziyaretinizin giderlerini kim karşılayacak?”
“Annem.” Belgelerimi istiyor. Tek tek inceliyor banka kayıtlarını, ev tapusunu. Tapunun üstündeki ismi görünce bir soru daha soruyor.
“Babanızın banka kayıtları?” Yok diyorum. Annemin hesabını yeterli görüyor olacak ki onay kağıdını uzatıyor. Pasaportumu dört iş günü içinde en yakın posta merkezinden alabileceğimi söylüyor.
* * *
“Vize vermiyorsunuz da ne demek? Heyet raporum var.”
“Üzgünüm efendim nedenini açıklamıyoruz” diyor görevli kırık Türkçesi ile.
Sinirlendiği apaçık. Kolundan çekip odadan çıkarıyorum kendi görüşmemi de yakarak. Onsuz gitmek zaten söz konusu değil. “Tahmin ediyordum zaten” diyor. Neyi tahmin ettiğini anlayamıyorum. Vize alamamasına neden olan şeyi biliyor da söylemiyor mu? Daha da sinirlenmesin diye tutuyorum dilimi. Sinirlenmemesi lazım, ritmi bozulmamalı. Ana caddeye yürüyoruz kol kola, kaymamaya çalışarak. Otobüse biniyoruz.
Yol uzun; ama tamamlayamıyor.
Yol uzun; ama tamamlayamıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder