2 Eylül 2016 Cuma

Dört iş günü

Bu sıra 7 buçuk randevusu olanlar için. 8 ve 8 buçukçular girmesin.”
Hava soğuk, yerler buz. Bekleyen bir kaç kişi sıradan çıkıyor. Karşıdaki çay ocağına gidiyor, yokuşta kaymamaya çalışarak. Çay ocağı ana baba günü, camları buğu içinde, içerisi görünmüyor. Cep telefonum orada fırının altındaki çekmecede, üzerinde ismim olan bir kağıt tutturulmuş halde beni bekliyor. 7 buçuk için gelen herkesin telefonu orada. İçeri sokmak yasak. Huzursuzum. Hem telefonuma bir şey olur endişesinden, hem de sırada oyalanacak bir telefonum olmadığı için.
Kum rengi mermerden yüksek duvarlarıyla bina dev bir mezarı andırıyor. Gecekonduların yanıbaşında. Camları simsiyah, ışık sızmıyor sanki. Girmek için iki güvenlik noktasını aşmak gerekiyor. Bahçe kapısındaki güvenlikçiler bezgin, bir o kadar da kraldan çok kralcı. Kralları neredeyse 10 bin kilometre ötede. Pasaportumu alıp ismimi kontrol ediyorlar listeden. Huzursuzum. On yıl önce bu sıraya girdiğimdeki gibi elimi tutan yok artık. Aşamaları tek tek, tek başıma aşmam gerekiyor.
* * *
Ellerim donuyor. Sağ elimi tutup sol cebine sokuyor. “Eldivenlerini unutma demedim mi evden çıkarken!” Tatlı bir azar. “Esas sen üşümemelisin” çıkışıma “sıcakta beklemekten iyidir” diyor nefes nefese. 8 buçukçuyuz; son grup. Önceki randevular sarktığı için bekleme uzuyor. Çay ocağına dönersek sıramızı kaybederiz. Bir sokak köpeği dolanıyor sıranın etrafında. Genç, oyuncu, simsiyah, tüyleri ıslak. Birinden yemek çıkar derdinde. Aynı kralcılardan biri köpeği ayağıyla iteliyor. Elimi cebinden çıkarıyor bir anda. Adamın yanına gidip bir şeyler söylüyor, huzursuzlanıyorum. Köpek çay ocağında buluyor yanaşacak birini. Yanıma dönünce sarılıyorum ona. Sıradakiler merakla süzüyor bizi. En çok da o kralcı.
* * *
 “Soyadınız 'u' ile mi 'o' ile mi hanımefendi?” Çocukluğumdan beri sorulan soruyu her zamanki gibi yanıtlıyorum. “Yanlışlık yok yani?” diye soruyor emin olmak için, kendi soyadımı bilemeyecekmişim gibi. Bahçedeki ilk kontrolü geçtikten sonra, kapı sırasına giriyorum. Kar başlıyor. Kapı görevlileri bir ısıtıcının önünde sıraya bağırıyor. “Pasaportunuzu ve başvuru formunuzu elinizde hazır tutun” diye. Yine de hala sıranın en önünde çantasını karıştıranlar var. Dörderli gruplar halinde alıyorlar içeri. Dördüncü olmayı başaramıyorum, kalıyorum sıranın önünde. İçeride ayakkapları dahil çıkarıp x-ray cihazına koyuyorlar.
 Bahçeye servis minibüsü giriyor. Çalışanları taşıyor olmalı. Ellerinde pastane torbaları ile inenlere bakıyorum, biri yaşlı, siyah bir köpeğe börek atıyor. Türkçe şakalaşarak personel kapısından içeri giriyorlar. Mermer duvarların arkasında çay demleyip poğaçalarını yediklerini düşünüyorum. İçim ısınıyor. Canım çay çekiyor. Kapı görevlisi soyadımı sorgulamıyor bu sefer, İçeriye alınıyorum.
* * *
“Gidip çay getireyim mi bize?” diye soruyorum. “Gerek yok geçeriz şimdi bahçe sırasını” diyor. Gidince neler yapacağımızdan konuşuyoruz. Müzeler, müzikaller var hayalimde ne kadarını gerçekleştirebileceğimizi bilemesem de. Hayallerimize gülümsüyor. Hayranlıkla bakıyorum yüzüne, dişlerinde sigara izleri... Olsun. Artık içmiyor ya.
 Sıra bize gelince gülümsemesi kayboluyor. “Pasaporttaki soyadınız ile listedeki soyad tutmuyor beyefendi” diyor aynı kralcı 'beyefendi'ye bastıra bastıra. Listede 'u' ile, pasaportunuzda 'o' ile yazılmış. Araya giriyorum; “Bakın beyefendi benimki tutuyor, yanlış olsa ikimizin de yanlış olur değil mi” diyerek. Ters ters bakıp kapıya gidiyor, oradaki listeden kontrol edip emin olunca geçmemize izin veriyor. “Sen ne ara büyüdün böyle” diyor. Sesinin titremesi soğuktan mı sadece, bilemiyorum.
* * *
Parmak izlerimi alıyorlar. Önce baş parmaklar, kalan dörder parmak birlikte. “İngilizce konuşuyor musunuz?” diye soruyor görüşmeyi yapan görevli. Evet dedikten sonra sıralıyor diğer sorularını.
           “Ziyaretiniz iş amaçlı mı, turistik mi?”
           “Sağlık sorunları.” Epikrizimi inceliyor.
           “Ziyaretinizin giderlerini kim karşılayacak?”
           “Annem.” Belgelerimi istiyor. Tek tek inceliyor banka kayıtlarını, ev tapusunu. Tapunun üstündeki ismi görünce bir soru daha soruyor.
          “Babanızın banka kayıtları?” Yok diyorum.  Annemin hesabını yeterli görüyor olacak ki onay kağıdını uzatıyor. Pasaportumu dört iş günü içinde en yakın posta merkezinden alabileceğimi söylüyor.

                                                                  * * *
 “Vize vermiyorsunuz da ne demek? Heyet raporum var.”
 “Üzgünüm efendim nedenini açıklamıyoruz” diyor görevli kırık Türkçesi ile. 
   Sinirlendiği apaçık. Kolundan çekip odadan çıkarıyorum kendi görüşmemi de yakarak. Onsuz gitmek zaten söz konusu değil. “Tahmin ediyordum zaten” diyor. Neyi tahmin ettiğini anlayamıyorum. Vize alamamasına neden olan şeyi biliyor da söylemiyor mu? Daha da sinirlenmesin diye tutuyorum dilimi. Sinirlenmemesi lazım, ritmi bozulmamalı. Ana caddeye yürüyoruz kol kola, kaymamaya çalışarak. Otobüse biniyoruz.
   Yol uzun; ama tamamlayamıyor.

11 Ağustos 2016 Perşembe

Hillary Clinton ve "Ben bunu hak ettim"

Hak etmek! Türkçe'nin en karışık sözcük öbeklerinden biri bana göre. Kullanıldığı yere göre övgü dolu olabilirken tam tersine nefret kusabilen bir kullanım bu. (ki 'layığını bulmak' bana göre daha yerinde ama konuyu dağıtmayayım şimdi)
Ama yakın zamanda dinlediğim bir 'podcast' sayesinde "hak etmenin" sosyal psikolojide de bir karşılığı olduğunu öğrendim.  "Moral/Self licensing" Türkçe terminolojisine hakim değilim, soruşturdum bir karşılığını da bulamadım; şimdilik "öz yetkilendirme" diyelim. Ve yo yo yoo, iyi bir şey değil bu. Başta kendin olmak üzere bir toplumu sabote etmeye kadar varıyor.

Kendince iyi ya da toplumca onaylanan bir eylemde bulunduğumuzda, kötü bir eylemde bulunmayı hak görüyoruz. "Bir saat koştum, o zaman 2 parça baklava yiyebilirim" ya da tam tersi "Pazartesi rejime başlayacağım, o zaman Pazar günü sağlıksız ne varsa yiyebilirim"

Bunlar basit örnekler ama "öz yetkilendirme" suça, ayrımcılığa, kadın düşmanlığına hatta ırkçılığa kadar gidebiliyor. Nasıl mı? En basit örneklerden tüm dünyada ciddi bir hayran kitlesi olan diziden Dexter'dan verebilirim. Dexter, suçluların yakalanmasını sağlayan bir emniyet çalışanı, iyi bir abi, fedakar bir eş, örnek bir baba.  Ve bir seri katil... Sadece başkalarını öldürmüş insanları kendine kurban seçiyor. Yani kendini yetkilendiriyor ve ahlaki olmayan eylemlerini "ama ne kadar iyi şeyler yapıyorum"la dengelemeye çalışıyor.

Dünya tarihinde ve siyaset arenasında da örneği çok. Özellikle kadın ve siyah haklarında. Mesela Aralarında Pakistan ve Türkiye'nin bulunduğu onlarca ülkede bir kadın siyasetçi devletin başına geldi ama ikinci defa bir kadın lider seçen ülkelerin sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Zira kadına büyük bir kapı açan erkek egemen politik sistem, iyilik olarak addettiği bu adım için,  aynı kapıyı kapatmayı kendine hak görüyor. Üstelik Avustralya gibi örneklerde -ve Avustralya'da bile- seçtiği kadın lidere, Julia Gillard'a açıkça hakaret edebiliyor. (Gillard'ın, 'kendine hak gören siyasilere' yanıtı için tıklayın)

Hillary Clinton, Julia Gillard'ın o konuşmasını çok çarpıcı bulmuştu. Şimdi kendisi aynı kamu ikiyüzlülüğü ile yüzleşme yolunda. Zira artık resmen Demokratların başkan adayı. ABD'liler 2008'de ilk zenci başkanlarını, Barack Obama'yı seçtiler ve tüm dünyaya "bakın ne kadar eşitlikçi bir ülkeyiz"i pazarladılar. Ama ülkede siyahlara yönelik şiddet son 8 yılda büyük yükseliş yaşadı. Hillary Clinton başkan seçilirse, Amerikan siyaset sahnesinde kadınlık üzerinden ne gibi tartışmalar olacağı merak konusu ki Cumhuriyetçi aday Donald Trump, Clinton için "kadınlık kartını oynuyor" cümlesini bir suçlamaymışçasına çok defa dile getirdi. 

Hillary Clinton, bir kadının ABD Başkanı seçilmesini, cam tavanı kırmak olarak niteliyor. Esas soru ise, bu tavanı kırdığında cam kırıklarının altında kalıp kalmayacağı.


13 Temmuz 2016 Çarşamba

"Bir puro bazen sadece bir purodur"

ABD’de son günlerde yine patlak veren polis şiddeti protestoları ve bu protestolarda 5 polisin öldürülmesi, Türkiye gündeminde de kendine yer buluyor. Olayların merkezindeki insanlara ne deneceği ile ilgili ise ortak bir haber dili mevcut değil. Bazı politikacıların kara derili, koyu renkli olrak tanımladığı insanlardan bahsediyorum. Zencilerden yahu, zencilerden.

Geçen hafta bir canlı yayında “zenci” sözcüğünü kullandığım için bir tanıdığımdan eleştiri aldım. Elbette beklediğim bir şeydi, hatta bu vesileyle bir şeyler ‘kara’larım diyordum.

Şartlar oluştu. Hem siyah hem zenci dediğimi, ağzımdan mı kaçırdığımı, kafamın mı karıştığını, zenci demenin çok ayıp olduğunu yazdı. Ben de şunu sordum: Biz yüzyıllar önce Afrika’dan köle getirip, toplumumuzda sonuncu sınıf insan muamelesi mi yaptık da, zenciyi ayıp kelime ilan ediyoruz?

Siyasetimizde mi var da, siyasi doğruculuk peşindeyiz. Kaldı ki ‘zenci’ gayet siyah demek. Farsça ve Arapça’dan devşirdiğimiz bir kelime. Aç bak kutsal arama motoruna, siyah anlamına gelen ‘zangi’ ve ‘zanji’ olmuş bizde zenci. TDK sözlüğüne bakıyorum; gazeteci-yazar Falih Rıfkı Atay’dan veriyor örneği: “Avrupalılar arasında bizi zenci gibi kara zannedenler varmış." Atay da mı ayıp etmiş yani? Ayıp dediğime bakmayın, düpedüz ırkçı dememenin yolu aslında.
Bir de “siyahİ” var tabi. Siyah çok koyu geliyor olacak ki ‘Avrupaİ’ bir kelime uydurmuşlar. Kullanana karışmam, isteyen siyahi desin, isteyen siyah, ama ben de “zenci” kelimesini kullanıyorum diye eleştirilmeyi kabul etmiyorum.

Peki Afrika kökenli Amerikalı desek?

Ben demem. Siyasi doğruculuğun tanımı işte bu kullanımla yapılabilir. (Türkiye’de yaşanmayan) zenci ırkçılığının günümüzde hala bir sorun olduğu ABD’de 1980’lerin sonunda uydurulmuş bir kullanım da bu. Latince’de siyah anlamına gelen niger kelimesi, Afrika’dan köle olarak getirilenler için kullanılan bir kelimeydi. 1500’lü yıllardan 1800’lere kadar 300 yıl boyunca hüküm sürdü bu kelime. Arasına bir ‘g’ harfi daha alıp nasıl hakarete dönüştüğü ise muamma. Sonuçta yerini alan kelime ise “colored” yani ‘renkli’. ‘Renkli’, ABD’de 1960’ların Sivil Haklar Hareketi ile rengini kaybediyor ve Black-Siyah giriyor literatüre. Ama o da yetmiyor. Bugün ABD’liler için geçerli kelime “AfroAmerican” ABD’de bu insanların çektiklerini tek bir paragrafa sığdırmak gibi bir niyetim yok elbette, isteyen ayrıntısına bir çok kaynaktan ulaşabilir.

Uzun lafın kısası: ABD’nin kendi politik doğruculuğunu Türkçe’ye tercüme etmeyi anlamsız buluyorum.