31 Mart 2015 Salı

Bol su ile

“Yorgunum, durdur beni...” Sondaki üç noktayı koymakta tereddüt ettim. Çok mu planlı, üstüne düşünülmüş görünecekti. Üstüne düşünmemiş değildim zaten. Çok, epey çok. Çok defa bu noktaya gelmiş, kendimi çoğu zaman durdurmuştum. Azı zamanda ise O vardı hep yanımda. Hep demeyelim, bir keresinde polis göndermişti kapıma. Sızdığım yataktan vücudumu kaldırana kadar kaç defa çalmışlardı acaba kapımı? O sefer gelmemişti işte. Polise “kötü bir şakaya kurban gittim” derken sinirli bakışların karşısında kalbim parçalanıyordu. Kim bilir ne demiştim sızmadan önce telefonda. Sözlerim korkutmuştu belli ki.  

Üç noktayı sildim, “Yorgunum, durdur beni” Yine okudum mesajı. Sahiden yorgundum. Ruhum koşmak istiyor, bedenim bir kat merdiven çıkmaya isyan ediyordu. İlaçlarımı almadığımı hatırladım. Hala unutuyor olmama şaşırdım. Kalktım, metal ilaç kutusuna doldurduğum haplarımı buldum çantamdan. Her güne sekiz tane. Salı bölmesini açtım. Mutfağa gitmeye üşendim, akşam haplarını tükürüğümle yuttum. Hepsini de bol suyla almam gerekiyordu. Günde sekiz bardak su içmeyi öneriyordu gazetelerin sağlıkçıları.  

Metal kutudaki boğuk yansımama baktım, kendimi seçemedim. Yine kalktım, sokak kapısının yanı başındaki boy aynasına gittim. Evden çıkarken göz attığım insanla bakıştım. Saçlarımdaki can gitmişti. İlaçlar götürmüştü belki de. Gözlerim güzeldi ama. Kestane gözlerim hala güzeldi. Soyundum. İyice kararmış tenimi, güneşin bıraktığı izleri inceledim. Gözüm sol mememin tam üstünde uzamış tek bir kıla takıldı. Tek hamlede koparttım.  

Kol altlarımdaki, bacaklarımdaki seyrelmiş kıllara baktım. Orta birde başlamıştım ağdaya. Eve gelen kadın, annemi ve ablamı yolarken ağlardım 'ben de istiyorum' diye. Niyeyse? Makinayı bulmaya üşendim, onun bıraktığı jiletle suya girdim. Saçlarımı yıkamadan temizlenip çıktım. Fönümü bozamazdım. Kurulanıp her yerimi kremledim. Kendime dokundum biraz. Daha bir hafta önce Simi'de bembeyaz terasta seviştiğim ve bir daha görmeyeceğim adamı düşündüm. Yakalanma endişesinin heyecanı daha da tetiklediği Eylül gecesini. Hiç haz alamadım. Salona döndüm, telefonu aldım yağlı ellerime. Ünlem mi koysaydım acaba cümlenin sonuna ya da sadece bir nokta mı? Son nokta, puan final, tartışmanın sonu. Üç yıllık tartışmanın sonu.  

Herşey güzel olacak mı diye merakımdan yaşıyorum” Nerede okumuştum bu cümleyi? Ya da duymuş muydum? Böyle miydi durumum? İlk travmamda “Onlarsız nasıl yaşarım” demiştim. İkincisinde “Allah beterinden korusun.” Daha da beteri üçüncüde gelmişti. Güzel olmayacağından emindim, merak da etmiyordum. Bunların hepsini bilen o, “hayatın mazeret” demişti bir gün. Nasıl da koymuştu o cümle ve nasıl da yutmuştum dediklerini. Kendi hırsıma mı yenilmiştim? Ya da yalnız kalma korkusuna? (kendime ne çok soru soruyordum)  

Bir gün kısa mesafe diye taksiye binmeyip belediye otobüsünü beklemeye başlamıştım. beş dakika, 15 dakika, yarım saat gelmemişti otobüs. Sabrım hırsa dönüşmüştü sonunda. Yürüyebileceğim bir yol için bir saat beklemiştim. Şimdi üç yıl otobüs beklemiş gibiyim, üstelik otobüs kapılarını bana açmadan gitti.  

Sana mektup yazmaya karar verdim. Ölümünün üzerinden ne çok zaman geçti ve senle ilgili hiçbir şey yazmadım. Ki artık işim bu. Bir anma sayfan yok internette. Kendimden bile sakladım seni. Seni kendi hatalarıma, kendi hayatıma mazeret gösteriyor gibi görünmekten korktum. (Yoksa O'nun dediği doğru muydu?) 

“Bana ilk topuklu ayakkabımı almanın üzerinden 14 yıl geçti ve 10 yıldır yoksun hayatımda” Cümleme baktım. “Kadınlığımı ne güzel hediye etmiştin bana. Bana yeniden bir aile vermiştin. Aileni, ablalarını görüyorum hala. Yeğenlerin var artık, bir tanesi aynı dayısı. Senden hiç konu açmasak da, aynı dayısı'na bakıp hüzünleniyoruz. 30'unu geçtiğinde alacaktım seni ama 28'inde kaldın. Ben nerede kalacağım?...” Yine üç nokta.
Jewad Selim - Siesta, 1958 

Gözlerimi kapattım. Senle motosikletin üstünde hayal ettim kendimi. Uzun yolculuklarımızda uykum geldiğinde bir numaran vardı hani. Sana sarıldığımda bir elinle beni tutar, arkadaki çantayla aranıza sıkıştırırdın beni. Ve nasıl da korkmazdım o halde uyuklamaktan. Sen varken korkacak hiçbir şey yoktu.  

Gözlerimi açtım, ayak bileklerime bir kuyruk dolandı sandım. Ama kedi de terk etmişti beni. Bir kedi ile aynı evi paylaşmak için fazla bencildim. Bir de kedileri suçlarlardı bencil, nankör diye. Sahibine bir şey olsa, onu besleyecek ilk ele gidermiş. Bunun nesi kötü anlamış değilim. Varlığını bana mı bağlasın? Mezar başında bekleyen köpekler gibi mi olsun? Yemeden içmeden mi kesilsin? Gazetelerde bir kaç hayvanseverin gözyaşları için üç satır haber mi olsun yani?  

Yine dağıldı cümlelerim. Klişe hissettim kendimi, kedisiz ve yalnız. Bıraktım dolmakalemimi elimden, devam etmek istemedim mektubuna. Seyretmediğim bir dizinin sezon finalinden bahsetmişti arkadaşlarım, ne de güzel aşk sahnesiydi. İnternetten aradım, buldum. Son sahne kesilmiş yüklenmişti bile video paylaşım sitelerine. Başlattım. Kalbi isyan ediyordu kadının; “Senin duygu alanına girebilmek için illa ölmek mi lazım” diyordu. Sonra o güzel şarkıyla bitti dizi. Sessizlik. Salonda her temizlik sonrası mutlaka aynı yerlerine koydurduğum fotoğraflara baktım. Çerçeveye mahkum soluk benizli bir aile. Onlarsız yaşayamamış mıydım? Hayattaydım işte. Hayatım kursağıma takılıyordu, kursak acıtıyordu.  

Mesaja döndüm yeniden. Tek tek sildim harfleri. Gönder tuşu maviden griye döndü. Üç nokta ile tek nokta arasında soru işareti gibi hissettim kendimi. Simi dönüşü aldığım şampanyayı patlatmadan açtım. Metal ilaç kutusunun yanına koydum. Mutfaktan kadeh getirdim. Çarşambayı tek tek attım ağzıma. Sonra Perşembe, sonra Cuma. Tek, tek. Hafta sonu geldi bile. “Bol su ile alın” diyordu prospektüs. İki litrelikti şişe.



Bu kısa öykü Mart 2015'te KAFA dergisinde yayınlanmıştır.

24 Mart 2015 Salı

Beni resüsite etme, benle oynama


Hani hastane filmlerinde, dizilerinde görürüz ya acil serviste ya da ameliyatta hastanın kalbi çırpınmaya başlar. Karizmatik doktorlar hayata döndürmeye çalışırlar. Kalp masajı, elektro şok... Tıptaki adı "resüsitasyon"dur bu işlemin adı yani yaşama döndürme, diriltme. Ve dönmeyi reddedebilirsiniz.  

Buna "resisüte et-me talimatı" deniyor. RET olarak kısaltılabilecek bu tercih literatürde İngilizce kısaltması ile anılır. DNR. ( do not resuscitate) Bu talimat varsa, solunum ve kan dolaşımı durduğunda canlandırma yapılmayacak demek.  

Uzun zamandır tedavi gören ya da hastanede yatan hastaların DNR talimatı vermesi daha kolay, zira hastaneye yazılı kayıt verir. Elbette ani gelişen olaylarda bu mümkün değil. Yazılı kayıt olsa da, bu kayda ulaşılamıyorsa sağlık çalışanları hastayı yine hayata döndürmeye çalışacaklardır.  

Bu kadar ciddi bir girizgahtan sonra Türkiye'deki hukuki düzenlemelerini yazacak değilim. Zira yok. Ama DNR yurtdışında çok ciddiye alınan bir olgu. Daily Mail'de üç yıl arayla çıkan iki habere denk gelince dikkatimi çekti ister istemez. Haberler, İngiliz ve Hollandalı iki kadının DNR taleplerini göğüslerine dövme yaptırmasıydı. 80 yaşlarını aşmış iki kadının da arzuları ortak: Elden ayaktan kesilmeden, kimseye yük olmadan, sefil hale düşmeden, onurlu bir ölümü seçmek.
  
Ama dövme resmi evrak değil ve tek başına bir işe yaramıyor. Zira DNR talimatı doktor onayına da bağlı yani yazılı ve imzalı olması gerekiyor. Anlayacağınız, hastaların düşünceleri ilk başta mantıklı gelse de, sağlık çalışanları bir dövmeye bakarak işini yarım bırakmıyor. Hatta sağlık çalışanlarının bloglarında gördüğüm kadarıyla alay konusu bile yapılıyor (acımasız gerçek)  

Şunu da unutmayalım, fikirler değişebilir. Sizi hayata bağlayan yeni şeyler çıkabilir, tıp ilerler ölümcül hastalıkların tedavisi bulunabilir. Bir DNR talimatını değiştirmek kolayken, seansı 300-400 liradan dövme sildirmek epey zahmetli. Bu yüzden en iyi yol tıbbi bilezik takmak. Bu bileziklerin üzerinde ilaç alerjisi, kronik rahatsızlık, kullanılan ilaçlar gibi tıbbi bilgileriniz işleniyor. Sağlık çalışanları da acil durumlarda bu bilezikleri kontrol etmekle yükümlü. DNR talimatı için takanlar da mevcut. Ama yine diyeceğim gibi, resmi bir geçerliliği yok. Türkiye'de ne yazık ki tıbbi aksesuar bilinen bir uygulama değil. Umarım bir gün bu konuya el atılır. "Ben yine de bilezik takayım ne olur ne olmaz" derseniz, yurtdışında büyük bir piyasası var, internet üzerinden sipariş edebilirsiniz.


22 Mart 2015 Pazar

Anneliği ittim, yanlış hissetmiyorum

Fil hafızamdan bölük pörçük anılar. Altı yaşında olmalıyım. Asistanlardan biri kreşe beni almaya geliyor. Ya hemen yan binada pediyatri servisine babamın yanına götürülüyorum ya daha uzaktaki jinekoloji servisine. Annemin yanına. Ebeveynler doktor. SSK kreşi dışında şansım olmamış belli ki.

Hemşire odalarının prensesiyim. Henüz çocuk sahibi olmamış genç kadınların deneme tahtası gibi şımartılıyorum da şımartılıyorum. Babam çok yakışıklı. (ruhu şad olsun) Hayranım ona, o yüzden seçebiliyorum hemşirelerin hayran bakışlarını. Alıyor beni kucağına servisi gezdiriyor.  Bebekler anlayamadığım cam kutular içinde, çocuklar hep soluk. Bazen beni de koyuyor onların yanına, kısa zamanda hasta oluyorum. Bağ kuramıyorum tabi. Sonradan öğreniyorum geçirilmesi gereken salgın varsa, hasta çocuklarla arkadaşlık etmeme izin verildiğini. İlkokul öncesi hatırladığım çocuklar hep hasta.

Annemin servisi daha sıkıcı. Karınları koca kocaman kadınlar. Bazısı yastık yutmuş gibi, bazısı deniz topu. Yüzleri hep ekşi. Annemin peşinden dolanırken sevmeye çalışıyorlar, korktuğumu ve oranın hemşire odasına kaçtığımı hatırlıyorum. Çığlıklar duyuyorum bazen katta, bebek-kadın sesleri karışıyor birbirine.

Doktor olmamaya o zamanlar karar vermiş olmalıyım.Bugün en büyük pişmanlıklarımdan biri. Çocuk istememem de o günlere dayanıyor olabilir mi...? Mümkün. Çocuk sahibi olmak istemiyorum. "İs-te-mi-yo-rum" Çocukken ve üniversite yıllarımda ciddiye alınmayan bu beyanım, ilk defa yetişkin hayatımda sıkıntı yaratmaya başladı. Ailem kaynaklı değil, annem her zaman "sen nasıl mutlu olacaksan" demiştir. Hayatıma girenlerdi sıkıntı olan. Çocuksuz hayat arzumu ciddiye almayan, fikrimi-beni değiştirebileceğini düşünen, kendisi umursamasa da torun planlayan aile. Hemcinslerimden aldığım tepkiler apayrı bir yazı konusu.

İnsanlık suçu işlemiş gibi hissettirmeye çalışanlar oldu. Çocuk sevmemekle "suçlandım." Anne olmak istememeyi demirleyebileceğiniz en sağlam kaya. Yeğenlerim dünyaya gelmese bu 'itham'lardan nasıl kurtulurdum bilemiyorum. Anne olmanın bir zorunluluk değil tercih olduğunu bir türlü sokamadım kafalarına. (hâlâ)

Bir de  doğurgan olmayan kadınları düşünün. Kısırdır mesela. Ya da hamileliğin hayati tehlike yaratacağı bir hastalığı vardır. Özel durumunu paylaşmamak için "istemiyorum" diyebilir. 30 yaşımda ortaya çıkan bir hastalıkla riskli gruba dahil oldum. Paylaşmakla ilgili bir sıkıntım yok, zira tercihimi destekleyebileceğim bir mazeretim var. Hoş; o özel durum olsun olmasın, altın günlerinde kısır eşliğinde dedikodu illaki yapılır.

Yine anneler günü ile karıştırılan bir emekçi kadınlar gününü geride bıraktık. Ve siyaset yine annelik üzerinden kadınların alanına karıştı. "Bu seferki açıklama Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu'ndandı." (tam haberci cümlesi) "Avukat olacağım diye, doktor olacağım diye, mühendis olacağım diye anneliği itersen o zaman yanlış yapmış olursun. Kendine de haksızlık yapmış olursun. Topluma da haksızlık yapmış olursun. Analığa da haksızlık yapmış olursun."

Siyasilerin eline yüzüne bulaştırdığı açıklamalar, milyonlarca insanın mahremi. İsteyerek çocuk sahibi olmayanlar değil ol-A-mayanları aciz hissettiren kelimeler. Türkiye'de kadın-erkek yaklaşık iki milyon insan kısır biliyor muydunuz? Eşlerle birlikte dört milyonluk bir nüfusu etkileyebilecek bir veri bu.

Üç çocuk açıklamalarının artık haber değeri yok ama geçen yıl başbakanken Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli için "Çoluk çocuk nedir bilmez aile nedir bilmez'' demişti. Mahremin siyasetinde Fox TV Ana Haber'de Fatih Portakal'ın isyanı geliyor hep aklıma. "Çocuksuz bir aileyim. Eşim ve ben varız, Allah bize vermedi. Eşim gözyaşı döktü bu sözlerden dolayı. Belki bizi kastetmedi ama insan ister istemez alınıyor."

Oysaki isteyerek seçtiğimiz ya da zorunlu olduğumuz durum ile ilgili alınmamız gereken hiçbir şey yok. Anneliği itmek, düşürmek ya da yüceltmek siyasetin alanı değil. Annem üç çocuk yapmış doktor da olmuş. Yapacağım 'sadece kariyer' ise sadece beni ilgilendirir. Topluma, analığa karşı bu konuda ne bir sorumluluğum ne bir yanlışım var.

"Çocuk sahibi olmanın tabiat gereğiyle açıklanmasına da bayılırım (...) Yüzyıllardır bütün dünyayı tabiata karşı giydirdikleri halde bir tek çocuk yapma konusundaki bu tabiatçılık sinirime dokunuyor doğrusu. Beşinci sınıf kooperatif evleri yapacağız, balkonunda mangal çevirip geğireceğiz diye beş yüz yıllık ağaçları hart hart doğrarlarken tabiat akıllarına gelmez; kanalizasyon borularını su kaynaklarının tam ortasından geçirirken de tabiat hatırlanmaz. cinsellik ve türevleri söz konusu olduğunda ise bir tabiatçılık bir tabiatçılık!"

Murathan Mungan - Yüksek Topuklar