“Yorgunum, durdur beni...” Sondaki üç noktayı koymakta tereddüt ettim. Çok mu planlı, üstüne düşünülmüş görünecekti. Üstüne düşünmemiş değildim zaten. Çok, epey çok. Çok defa bu noktaya gelmiş, kendimi çoğu zaman durdurmuştum. Azı zamanda ise O vardı hep yanımda. Hep demeyelim, bir keresinde polis göndermişti kapıma. Sızdığım yataktan vücudumu kaldırana kadar kaç defa çalmışlardı acaba kapımı? O sefer gelmemişti işte. Polise “kötü bir şakaya kurban gittim” derken sinirli bakışların karşısında kalbim parçalanıyordu. Kim bilir ne demiştim sızmadan önce telefonda. Sözlerim korkutmuştu belli ki.
Üç noktayı sildim, “Yorgunum, durdur beni” Yine okudum mesajı. Sahiden yorgundum. Ruhum koşmak istiyor, bedenim bir kat merdiven çıkmaya isyan ediyordu. İlaçlarımı almadığımı hatırladım. Hala unutuyor olmama şaşırdım. Kalktım, metal ilaç kutusuna doldurduğum haplarımı buldum çantamdan. Her güne sekiz tane. Salı bölmesini açtım. Mutfağa gitmeye üşendim, akşam haplarını tükürüğümle yuttum. Hepsini de bol suyla almam gerekiyordu. Günde sekiz bardak su içmeyi öneriyordu gazetelerin sağlıkçıları.
Metal kutudaki boğuk yansımama baktım, kendimi seçemedim. Yine kalktım, sokak kapısının yanı başındaki boy aynasına gittim. Evden çıkarken göz attığım insanla bakıştım. Saçlarımdaki can gitmişti. İlaçlar götürmüştü belki de. Gözlerim güzeldi ama. Kestane gözlerim hala güzeldi. Soyundum. İyice kararmış tenimi, güneşin bıraktığı izleri inceledim. Gözüm sol mememin tam üstünde uzamış tek bir kıla takıldı. Tek hamlede koparttım.
Kol altlarımdaki, bacaklarımdaki seyrelmiş kıllara baktım. Orta birde başlamıştım ağdaya. Eve gelen kadın, annemi ve ablamı yolarken ağlardım 'ben de istiyorum' diye. Niyeyse? Makinayı bulmaya üşendim, onun bıraktığı jiletle suya girdim. Saçlarımı yıkamadan temizlenip çıktım. Fönümü bozamazdım. Kurulanıp her yerimi kremledim. Kendime dokundum biraz. Daha bir hafta önce Simi'de bembeyaz terasta seviştiğim ve bir daha görmeyeceğim adamı düşündüm. Yakalanma endişesinin heyecanı daha da tetiklediği Eylül gecesini. Hiç haz alamadım. Salona döndüm, telefonu aldım yağlı ellerime. Ünlem mi koysaydım acaba cümlenin sonuna ya da sadece bir nokta mı? Son nokta, puan final, tartışmanın sonu. Üç yıllık tartışmanın sonu.
“Herşey güzel olacak mı diye merakımdan yaşıyorum” Nerede okumuştum bu cümleyi? Ya da duymuş muydum? Böyle miydi durumum? İlk travmamda “Onlarsız nasıl yaşarım” demiştim. İkincisinde “Allah beterinden korusun.” Daha da beteri üçüncüde gelmişti. Güzel olmayacağından emindim, merak da etmiyordum. Bunların hepsini bilen o, “hayatın mazeret” demişti bir gün. Nasıl da koymuştu o cümle ve nasıl da yutmuştum dediklerini. Kendi hırsıma mı yenilmiştim? Ya da yalnız kalma korkusuna? (kendime ne çok soru soruyordum)
Bir gün kısa mesafe diye taksiye binmeyip belediye otobüsünü beklemeye başlamıştım. beş dakika, 15 dakika, yarım saat gelmemişti otobüs. Sabrım hırsa dönüşmüştü sonunda. Yürüyebileceğim bir yol için bir saat beklemiştim. Şimdi üç yıl otobüs beklemiş gibiyim, üstelik otobüs kapılarını bana açmadan gitti.
Sana mektup yazmaya karar verdim. Ölümünün üzerinden ne çok zaman geçti ve senle ilgili hiçbir şey yazmadım. Ki artık işim bu. Bir anma sayfan yok internette. Kendimden bile sakladım seni. Seni kendi hatalarıma, kendi hayatıma mazeret gösteriyor gibi görünmekten korktum. (Yoksa O'nun dediği doğru muydu?)
“Bana ilk topuklu ayakkabımı almanın üzerinden 14 yıl geçti ve 10 yıldır yoksun hayatımda” Cümleme baktım. “Kadınlığımı ne güzel hediye etmiştin bana. Bana yeniden bir aile vermiştin. Aileni, ablalarını görüyorum hala. Yeğenlerin var artık, bir tanesi aynı dayısı. Senden hiç konu açmasak da, aynı dayısı'na bakıp hüzünleniyoruz. 30'unu geçtiğinde alacaktım seni ama 28'inde kaldın. Ben nerede kalacağım?...” Yine üç nokta.
![]() |
Jewad Selim - Siesta, 1958 |
Gözlerimi kapattım. Senle motosikletin üstünde hayal ettim kendimi. Uzun yolculuklarımızda uykum geldiğinde bir numaran vardı hani. Sana sarıldığımda bir elinle beni tutar, arkadaki çantayla aranıza sıkıştırırdın beni. Ve nasıl da korkmazdım o halde uyuklamaktan. Sen varken korkacak hiçbir şey yoktu.
Gözlerimi açtım, ayak bileklerime bir kuyruk dolandı sandım. Ama kedi de terk etmişti beni. Bir kedi ile aynı evi paylaşmak için fazla bencildim. Bir de kedileri suçlarlardı bencil, nankör diye. Sahibine bir şey olsa, onu besleyecek ilk ele gidermiş. Bunun nesi kötü anlamış değilim. Varlığını bana mı bağlasın? Mezar başında bekleyen köpekler gibi mi olsun? Yemeden içmeden mi kesilsin? Gazetelerde bir kaç hayvanseverin gözyaşları için üç satır haber mi olsun yani?
Yine dağıldı cümlelerim. Klişe hissettim kendimi, kedisiz ve yalnız. Bıraktım dolmakalemimi elimden, devam etmek istemedim mektubuna. Seyretmediğim bir dizinin sezon finalinden bahsetmişti arkadaşlarım, ne de güzel aşk sahnesiydi. İnternetten aradım, buldum. Son sahne kesilmiş yüklenmişti bile video paylaşım sitelerine. Başlattım. Kalbi isyan ediyordu kadının; “Senin duygu alanına girebilmek için illa ölmek mi lazım” diyordu. Sonra o güzel şarkıyla bitti dizi. Sessizlik. Salonda her temizlik sonrası mutlaka aynı yerlerine koydurduğum fotoğraflara baktım. Çerçeveye mahkum soluk benizli bir aile. Onlarsız yaşayamamış mıydım? Hayattaydım işte. Hayatım kursağıma takılıyordu, kursak acıtıyordu.
Mesaja döndüm yeniden. Tek tek sildim harfleri. Gönder tuşu maviden griye döndü. Üç nokta ile tek nokta arasında soru işareti gibi hissettim kendimi. Simi dönüşü aldığım şampanyayı patlatmadan açtım. Metal ilaç kutusunun yanına koydum. Mutfaktan kadeh getirdim. Çarşambayı tek tek attım ağzıma. Sonra Perşembe, sonra Cuma. Tek, tek. Hafta sonu geldi bile. “Bol su ile alın” diyordu prospektüs. İki litrelikti şişe.
Bu kısa öykü Mart 2015'te KAFA dergisinde yayınlanmıştır.