24 Eylül 2015 Perşembe

Sen mi büyüksün ben mi?

24 yaşıma kadar dört şehir değiştirdikten sonra gelmiştim. 2004 senesiydi. Düzen içindeki donuk Avrupa ülkelerinden sonra ne kadar da canlı gelmişti. Kariyer planlarım vardı ve kariyerim anadilimle doğru orantılıydı. Dilimi özlemiştim. Ülkemi özlemiştim. Hatta İstiklal Caddesi'nde biri laf atmıştı da mutlu olmuştum. Fransızca, laf atıldığında bile çok romantik kalıyordu zira.

Kariyer planları diyordum. Moda deyimle hayaller BBC'ydi. Gerçekleri buraya yazmayayım. Meslektaşlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Bir çukurun içinde, ne çukuru olduğunu sizin hayal gücünüze bırakıyorum, debelendim yıllarca. Çok insanla tanıştım, bir o kadarıyla da vedalaştım. Belki bir gün o çukuru da anlatırım.


Yakın zamanda vedaların en büyüklerini yaşadım. Önce büyük ablam gitti, sonra da ben büyükşehirden gittim.


İstanbul'u terk ettim...


"Sen mi büyüksün ben mi?" diye hiç meydan okumadım Yeditepe'ye. Büyük hırslar içinde değildim. Sadece İstanbul'da olmak istedim. Sergilere-barlara gitmek, organik pazarlarda-alışveriş merkezlerinde harcamak, hem Karadeniz hem Marmara kıyılarında dolanmak... Dünyanın bir ucunda, seyahat ettiğim yerlerde "İstanbul'da yaşıyorum" demek bile keyifti, hatta gururdu benim için.


Sanırım ilk kaşıntım 2010'da tuttu. 30'uncu doğum günüm sonrası "hiçbir şeye yetişemiyorum" hissi musallat oldu bünyeme. Yeterince okuyamıyorum, yeterince haber takip edemiyorum, yeterince sergi-konser gezemiyorum, arkadaşlarıma yeterince vakit ayıramıyorum, tüm bunlar için yeterince para kazanamıyorum hissi.


Bu hisleri bastırmaya çalışırken Gezi oldu. Gezi bitti. İşim bitirildi, sebebi Gezi dendi, benim de Türk medyasıyla işim bitti. Tüm yaşadıklarımın beşiği İstanbul anlamını böylece yitirdi.


İstanbul aynı noktalardan çekilen ve kendini tekrar eden fotoğraflar kadar sıkıcı gelmeye başladı. Yemek dilenen martılar, camda yağmur damlalarının eşlik ettiği trafik, boğazdaki baloncunun göğe yükselen balonları, tarz kafelerde içilen kahvenin dekoratif köpüğü, köprünün pavyonvari ışıkları, aşkın en tabanında yatarken çimlerdeki son model spor ayakkabılar, geri planda minare manzarasıyla vapur bayrağı... Bir zamanlar sevgi duyduğum bu şeylerin hepsinden sıkıldım. (sokak kedileri hariç)


Sonra karar verdim...


Ve bir kere terk etmeye karar verince, ayaklarıma bağlı ağırlıklardan kurtuldum. Hafifledim. Tekrar su yüzüne çıktım.


Ya da kendimi inandırmaya çalışıyorum. Beni sevdiğine inandığım şehirle on bir yıl yaşadım. Gelli gitli, sevgili, nefretli... Ve bu ilişkide artık istenmediğimi anladım. Belki hiç kabul edilmedim de ondandır bu savunma halim. Bildiğim tek şey, beni topuğumdan vuran bu şehri tam kalbinden beyninden vurup gitmek istedim. Otobanların yanındaki lüks sitelerde yaşayıp, ağaç hışırtısı yerine araba uğultusu dinlemek istemedim. Bayramlarda yollar boşaldığı için yeşillenmiş trafik haritaları paylaşmak istemedim. (ki bu yazının yazılma nedenidir, bu vesileyle iyi bayramlar)


İstanbul'u terk ettim. İçim sızlıyor mu? Evet, ama kalbini, sevgini kırmış eski sevgiliye sızlayacak kadar.


Bakalım tanıdığım daha kaç insanın kalbini kıracaksın İstanbul? Kim bilir, belki zamanla arkadaş kalmayı başarırız.
Gülsün Karamustafa - Güllerim tahayyüllerim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder