4 Ağustos 2015 Salı

Konjonktürel anatomi

Nilgün Marmara'yı tanımakta geç kalmıştım. Geçen baharda Gümüşlük'e tatile gitmesek haberim bile olmazdı belki. Sysyphos Pansiyon'da konak'lamıştık. Ben ismine vurulmuştum. Zeus'u sinirlendiren Kral Sisyphos. Zeus'un, koca bir kayayı bir tepeye çıkarmakla cezalandırdığı ama kaya tepeden her seferinde aşağı yuvarlandığından cezası sonsuza kadar süren Sisyphos. Onun nedeni belliydi. "Hem ucuz, hem basit..." İlişkimizin kurtarma sınavıydı bu tatil. Televizyonsuz, cep telefonsuz, kitapsız. Yeni işten çıkarılmıştım. Dişli kadındım, işsizlik uzun sürmeyecekti. Onun mesleği ise bu -suzluklara müsait değildi, pazartesiyi de alıp tatili üç gün ile sınırladı. 
  
Havaalanından kiraladığımız araba ile Cuma gece geç saatte vardık pansiyona. Rakıya oturduk. Ama masa, ülkeyi ya da dünyayı kurtaracak bir masa değildi. Benim de tanıdığım çalışma arkadaşlarını çekiştiriyordu, sürekli paradan bahsediyordu, sosyal medyada takipçilerinin ne kadar arttığından böbürleniyordu. (ki takipçi satın aldığını biliyordum) Tartışacak halim yoktu, kurtarma sınavı benim fikrim değildi. 
  
* * * * * 
  
Yol yorgunluğuyla kısa sürdü yemek. Odamız denize bakıyordu, cırcır böcekleri koro halinde çalışıyordu. "cırcırböcekleri bu sesi kanatlarını birbirine sürterek çıkarıyormuş biliyor musun" dediğimi hatırlıyorum kendimce haksızlık ettiğim adama. Gülümsedi, gamzeleri çıktı ortaya. Kendiliğinden dağıldı havadaki gerginlik. Üstüne tatsız tuzsuz bir sevişme. 
  
Cumartesi sabahı bu tatilden bir ilişki çıkmayacağı aşikardı. Hissettiğim yabancılık içime yerleşmişti. O gazetelere gömüldü, ben de pansiyonun girişinde bir köşede tozlanan kitapları karıştırmaya başladım. Hepi topu 20 kitap, çoğu da şiir zaten. Kitapların çoğu aynıydı. Üzerinde de bir isim. Nilgün Marmara. Mor kitaplardan biri çekti ilgimi. Daktiloya çekilmiş şiirler. Pansiyonun sahibesinin yanıma yaklaştığında, önsözü okuyordum. "Aramızdan ayrıldı" yazıyordu. 29 yaşında. Bugünkü benden genç. Hastalık herhalde diye düşünürken konuştu kadın. İsmini hatırlayamıyorum ama ilk cümlesi hala aklımda. "Biz varlığımızdan ürkerken o kendi yokluğuna cesaret etti." Hayat dolu görünen bir kadından beklenmedik bir cümle. Bu garip cümleyle başlayan sohbetimizde dinledim Nilgün Marmara'nın hayatıyla ilgili detayları... Ve intihar ettiğini. Raflarda niye aynı eserinden çok sayıda bulunduğunu sordum. "Bilmiyor musunuz? 80'lerin başında işletmişti bu pansiyonu..." Sysyphos'un cezasına isyan eden şiir tutsaklığım böylece başladı. 
  
* * * * * 
Spor sayfalarını mırıldanarak okuyordu. Bu beni sinirlendiriyordu. Bunun beni sinirlendirdiğini biliyordu. Lig bitmeden tatile gitmek. Ne büyük aptallık! Kulaklıklarımı taktım, bu mevsimde denize giren yoktu, bir iki rüzgar sörfçüsü derinde aydınlık ve hafif dalgalarla oynaşıyordu. Şiirleri karıştırmaya başladım, karıştırdım gerçekten, rastgele bir sayfa açıp cümleleri ayıklıyordum. 
           "Ey, iki adımlık yerküre 
           Senin bütün arka bahçelerini 
           gördüm ben!" 
Ülkeyle özleştirdim bir anda. Yerkürenin böceklerle dolu tüm arka bahçeleri bu ülkenin topraklarında. Keşke gerçekten iki adım sürseydi de gitmeye mecali olsaydı insanının... Nilgün hanımın (daha senli benli olamamıştım) kastı bu olmasa gerekti. "Başkaldırı tüm destekleriyle tutuklanmıştı bir tarihte..." Sessizliği de anlaşmayı bozan da o oldu. Odaya gideceğini söyledi. Gitti. Cep telefonuyla döndü. Acilen taraftar sayfasına bakması gerekiyordu 'Renklerine gönül verdiği' takımın akşamki maçını seyretmek istediğini söyledi; emek vermekten mesai harcamaya dönen ilişkinin renkleri tamamen yok oldu. 
  
* * * * * 
  
Arabayı alıp Bodrum'a indim. Havanın serinliği hararetimi aldı biraz. Öfkelenecek bir şey de yoktu aslında. O telefonu açmasa daha mı iyi vakit geçirecektik? İlişkinin uzatma dakikaları keyifli mi olacaktı? Denizciler Kahvesi'ne oturdum. Bir çay söyledim canım sıkıntı sınırı. Vazgeçtim çaydan, köşedeki marketten kırmızı şarap açtırıp pansiyona döndüm. Pansiyonun sahipleriyle maça oturmuştu. Odaya çıktım şarabımla, bavulundan bir paket sigara buldum. Balkona gelen maç gürültüsüne kulaklarımı tıkadım müzikle. Nilgün Marmara'yı hayal ettim oturduğum yerde şiirlerini yazarken. Gitmesine sinirlendim. Karşımdaki adamın bırak bu kadını, hiçbir şairi bilmemesine içerledim. 
  
Şimdi bakıyorum da, ortak hiçbir noktamın olmadığı bu adamla 11 ayımı harcamaya kimse zorlamamıştı beni. Başlarda saf ve güçlü gördüğüm tarafları görgüsüz ve bencil geliyordu artık. Varlığımı bu adamla cezalandırıyor gibi hissettim (bugün bile tanıyorum o hissi) "Bir şeyi midende tutabiliyorsan verdiği rahatsızlık bir süre sonra geçer" demişti eşi defalarca aldatmasına rağmen boşanmayan bir arkadaşım. Bulantı bitmek bilmemişti bende... İçimdekileri nasıl kustum,ne kadar dili zifirdim hatırlamıyorum. Haksızlık mı ettim, yüreğini burktum mu bilmiyorum. 
  
"Dönelim" demişti ama İstanbul'da dişlisi olacak iyi bir çark yoktu benim için. Bir süre zaman kaybetmek istedim. Tatilin kalan günleri kalmadı. En yakınımdaki yabancıyı bir daha görmedim. Kusmak iyi geldi. Bünyem attı.

Bu kısa öykü Haziran 2015'te KAFA dergisinde yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder